İnsan hakları, tanım olarak evrensel. Ama herhangi bir hakkı kurumlaştıran maddi bir aygıt olmadığı sürece bunu etkili biçimde uygulamak ve işletmek mümkün değil. Bu nedenle evrensel hakların uygulanması çoğunlukla ulus-devletlere kalır.
Hannah Arendt’ten Etienne Balibar ve Giorgio Agamben’e çağdaş siyasal kuramın gösterdiği gibi, evrensel insan haklarının sahibi olabilmek için bir ulus-devletin yurttaşı olmanız gerekir; yaşadığımız dünyada hiç bir yurttaşlığı olmayanın hakları da yok demektir.
Ulus-devletlere gelince, onlar da bu evrensel hakları ya uygulamaz ya da gevşek ve işine gelen biçimde uygularlar; üstelik, egemenlik ilkesi sayesinde, şu veya bu gerekçeyle istediklerinde askıya alma gücüne sahiptirler.
Kısacası, hakların uygulanması, ulus-devletin biçimine, durumuna, siyasal hesabına bağlıdır. Dolayısıyla insan hakları pratik söyleminin ciddi bir ahlaki-normatif gücü vardır, ama gerçek etkisi buna göre çok zayıf kalır.
Uluslarası Adalet Divanı, Uluslararası Ceza Mahkemesi veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi kuruluşlar hukuk ve hakları küresel veya uluslararası düzeyde işler hale getirmek için kurulmuşlardı. Ama bu kurumlar, genellikle güçlü devletlerin etki alanını kıramayan, zaten uluslararası düzeyde bir kurumsal ağın parçası olmayan izole yapılar olarak ulus-devlet engeli veya dolayımından geçmek zorunda kaldıklarından yaptırım güçleri zayıf kuruluşlar oldu.
Vurgulamak gerekirse, uluslararası düzeyde kurumlaşmış bir işleyiş olmadığı sürece insan hakları pratik söyleminin, hatırı sayılır ahlaki-normatif gücünün dışında kurumsal bir gücü ve gerçek bir etkisi olması bayağı zor.
Uluslararası Adalet Divanı’ın son kararı
O halde Uluslararası Adalet Divanı Başsavcısı Karim Khan’ın İsrail ve Hamas liderleri hakkında savaş suçları işledikleri gerekçesiyle tutuklama kararı istemesini nasıl değerlendirilmeli?
İlkönce benzer kararların yakın geçmişte de alındığını hatırlamamız gerekiyor: Sudan Başkanı Ömer El-Beşir ve Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin hakkında alınan soykırım ve savaş suçlarıyla ilgili kararlar.
El-Beşir ile ilgili karar 2008’de alındığı halde ancak 2018’de bu lideri deviren ve tutuklayan bir hükümet darbesinden sonra geçerlik kazanabildi. Putin hakkında 2023’te alınan karar ise, bir karar olarak yerinde duruyor.
Ama bunun nasıl mümkün olduğuna dikkat edelim: Uluslararası bir mahkemenin Putin veya Netanyahu hakkında tutuklama kararını kim gerçekleştirecek? Bunu ancak bir ulus-devlet yapabilir, ki herhangi bir ulus-devlet kendi toprağı üzerinde egemenlik hakkına sahip bir birim olarak bu konuda karar hakkına sahip meşru otoritedir.
Kısacası evrensel insan haklarının gerçekleşmesine engel olan şey bizatihi bir hak olarak görülen ve kurulan egemenlik hakkıdır—ki bu eleştirmesi kolay olmayan bir güvenlik hakkı olarak insan haklarının parçası sayılır.
Bizzat insan haklarının bu paradoksu dolayısıyla bu tür tutuklama kararlarının herhangi bir gerçek etkisi olacağını veya adaletin bu sayede gerçekleşebileceğini sanmak naiflik olur.
Bu ulus-devletin aldığı tavra, yani siyasal hesabına bağlıdır. Elimizdeki vakada, bırakın zaten karara açıktan açığa karşı çıkan ABD hükümetini, hiç bir Batılı hükümet ülkesine ziyarete geldi diye Netanyahu’yu tutuklamaz; İsrail’in meşruiyetinin binde birine sahip olmasalar bile, Hamas liderlerinin de bu karar nedeniyle başına bir şey geleceğini düşünmek zor.
Öte yandan, diyelim Netanyahu, İsrail’in akıllara durgunluk veren pervasızlık ve şımarıklığına uygun biçimde, tutuklanmayacağından da emin olarak ABD’yi ziyaret etti. Ne olacağını tahmin etmek hiç zor değil. Pek çok büyük üniversitenin kampüsünde zaten süregitmekte olan direniş yaygınlaşmak ve yükselmekle kalmayıp büyük kentlerin sokaklarına taşacaktır.
Bu da ABD dahil, hiç bir Batılı hükümetin ve hele İsrail’in pek hoşuna gidecek bir şey olmasa gerek. Protestoların ve kamuoyu baskısının gücü gösteriyor ki, dışarıya yapılacak her ziyaret anti-semitizm gibi ciddi bir sorunu retorik haline getiren suistimalciliğini daha da açığa çıkarmaktan başka bir işe yaramaz.
Neler olacağını önümüzdeki süreçte göreceğiz ve önceden konuşmak belki biraz riskli, ama protestoların gücünün hükümetleri bunalttığını ve bunaltmaya devam edeceğini söylemek yanlış olmaz. Burada gerçek bir etkinin göreli mümkün olduğu bir alan İsrail’e silah satışının düşmesi veya durması olabilir.
Son karar bir dönüm noktası olabilir mi?
Peki uluslararası hukukun ve insan haklarının işleyişi açısından bu olay bir dönüm noktası teşkil edebilir mi ve bu nasıl bir dönüm noktasıdır, yani nereden geri dönmek zor hale gelebilir?
Soruyu sormamızın nedeni hiç kuşkusuz olayın çapının bir eşiğin aşılması ihtimaline işaret etmesi. İsrail’in giriştiği saldırı televizyonda yayınlanan ilk soykırım olarak tarihe geçti. Böylelikle bize bir kaç şey öğretti.
Bir yandan, herhangi bir olumsuzluk televizyonda haber oldu diye hemen ve herkesi harekete geçirmeyebileceğini ve o olumsuzluğu ertesi gün ortadan kaldırmayacağını gösterdi; öte yandan, gerek olayın ardındaki tarihin yarattığı birikim, gerekse tüm dünyaya yayılmış Filistin diasporasının etkisi gibi etmenlerin de sayesinde yeteri sayıda insanı, özellikle demokraside önemli bir güç olan üniversite nüfusunu, kamusal protesto gösterilerine sürükledi.
Sudan’daki soykırım ve Rusya’nın Ukrayna işgali de protesto gösterilerine yol açmış olsa bile, daha önceki El-Beşir ve Putin hakkındaki tutuklama kararları şimdi olduğu gibi gösterilere ve eyleme dayanan bir kamuoyu baskısına bağlanamaz.
Daha ziyade, bakanlıkların ve büyük şirketlerin kokteyl partilerinde buluşan siyasal ve medya seçkinlerinin ilginç karışımından yapılmış, o malum resmi tasdikli kamuoyunun “baskısı” söz konusuydu. Zaten bunlar alınması zor kararlar da değildi.
Ama tüm Batı’nın tartışmasız arkasında durduğu İsrail’in liderlerini de içeren bir tutuklama kararı Uluslararası Adalet Divanı açısından alması kolay bir karar değil. (Nitekim, geçenlerde öğrendik ki, İsrail uzun süre Uluslararası Adalet Divanı başsavcılarını tehdit etmiş.[1])
İrlanda, İspanya ve Norveç gibi daha küçük ve siyasal kültür olarak göreli daha demokratik ülkelerin Filistin Hükümetini tanıma kararları da bu ciddi kamuyou baskısının sonucu olarak görülebilir.
Bu gelişme, Uluslararası Adalet Divanı ve benzeri kurumların yaptırım gücü ve gerçek etkisi açısından bir dönüşüme yol açabilir mi? Somut olarak Netanyahu ve Gallant’ın tutuklanmaları ihtimali zor olsa bile buradan çıkan önemli bir demokrasi dersi var, o da artık giderek uluslararası bir kamuoyunun oluşmakta olması. Ama burada “kamuoyu” kavramını hangi anlamda kullanıyoruz?
Yasa ve adalet
Öncelikle “uluslararası kamuoyu” denildiğinde nereden söz ettiğimiz gibi somut ve münasebetsiz bir soru var.
İnsan sormadan edemiyor, eğer bu protesto eylemleri ve kampüs işgalleri Asya veya Afrika ülkelerinde olsaydı, bırakın aynı düzeyde etkili olmayı, aynı yoğunlukta ve sıklıkta medyada izleyebilir miydik?
Bence zor. İngilizce’nin hoş bir deyimiyle söylersek, bu eylemler “on the belly of the beast” (“canavarın göbeğinde” veya “bağrında” diye çevirebiliriz) yapıldıkları için bu ülkelerin tüm dünyaya yayılan medyaları aracılığıyla daha yüksek bir izlenirlik değerleri oluyor. Bu durum, bu kez demokrasi ve adalet lehine çalışmış olabilir, ama her zaman böyle çalışmayabileceğini akılda tutmakta yarar var.
Özetle “uluslararası kamuoyu” gibi bir alanın yeni oluşum süreci içinde, bir yandan medya teknolojilerinin ve örneğin sosyal medyanın getirdiği muazzam avantajı unutmamak, ama öte yandan eşitsiz kurulmuş bir siyasal coğrafyayı hesaba katmaksızın naif bir nötralizm içine de düşmemek gerekiyor.
İkinci bir nokta daha var ki o biraz daha çapraşık. Ulus-devlet düzeyinde geçerli olan önemli bir ayrımın uluslararası düzeyde yansımasını görebiliyoruz. Ayrı ve ayrıntılı bir yazının konusu olabilecek “yasa” ve “adalet” ayrımı.
Yasa, adaletin belirli, somut bir gerçekleşimidir; ama adalet, örneğin haklar, sürekli hareket ve oluşum halinde olan fikirlerdir. Bu nedenledir ki, en demokratik yasa dahil hiç bir yasanın varlığı adaleti garanti edemez.
Zaten yasanın kendini askıya alabilmesinden, yani “olağanüstü hal” denilen uygulamadan biliyoruz ki, yasa adalet ile aynı şey değil, sadece adaletin belirli bir tarihsel andaki gerçekleşimidir. Yasa uygulanır veya uygulanmaz; ama adalet varlığını hep sürdürür çünkü bir fikir olarak sonsuza kadar açıktır.
Yasa ve adalet ilişkisinde hiç bir garanti yoktur, ve bu ilişki bizi sürekli sıfır noktasına döndüren, sürekli yasayı kuran toplumsal gücü (hukuktaki ifadesiyle “kurucu gücü”) adalet adına çağıran bir ilişkidir.[2]
Bir yandan “haklar” paradoksal bir kuruluşa sahiptir ve her zaman ihlal edildiklerinde, yani insanlığın kıyılarında ortaya çıkarlar; öte yandan, hak fikri tamamen açık bir fikir olarak kalır ve haklar sürekli icat edilir (hayvan hakları gibi bir kavramı çok değil bir yüzyıl önce düşünemezdik bile).
Eğer hiç bir protesto gösterisi olmasaydı acaba Uluslararası Adalet Divanı-ki normal (!) koşullar altında büyük Batılı devletlerin sistematik baskısı ve yönlendirmesi altında olacağını hayal etmek hiç zor değil—bu kararı alır mıydı?
Halbuki İsrail’in yaptığı, hiç tartışmaya mahal vermeyecek açıklıkta ve kelimenin sözlük karşılığı denebilecek bir soykırım. Bunun bir “terör” saldırısına karşılık olamayacak bir ağırlığı olduğu maalesef gün gibi ortada. İşte protestoların anlamı ve ufkumuzda belirli belirsiz ortaya çıkan şu uluslarası kamuoyu kavramının önemi burada.
Ama bu kavram da, tıpkı gösterdiği alan gibi, çatışmalı ve çekişmeli bir kavram. İsrail’in soykırımını protesto gösterilerinde ortaya çıkan kamuoyu hiç kuşkusuz, yukarıda değindiğim, kravatlı beyler ve döpiyesli hanımların kamuoyu değil; hatta sadece meşru sivil toplum örgütlerinin kamuoyu da değil.
Her ne kadar üniversite gibi bir eğitim kurumunda, yani göreli seçkin bir ortamda oluşsa bile, bu kitlesel, aşağıdan gelen bir kamuoyu.O halde çıkan dersi kısaca özetleyelim: yasa yukarıdan, adalet aşağıdan gelir. Yasalara hiç kuşkusuz ihtiyacımız var ve onlar olmadan yaşayamayız; ama onları yapan ve etkili hale getiren toplumun adalet duygusudur.
Uluslararası mahkemelerin varlığı ve ulusal egemenlik kavramı ile girdikleri zor ilişki bize bir kez daha hatırlatıyor ki hiç bir demokratik yasa uyanık ve aktif bir yurttaşlar topluluğu olmaksızın yaşayamaz.
Uluslararası düzeyde böyle bir kamuoyunun ortaya çıkması ise her zaman için eşitsiz ve zor koşullarda gerçekleşir.
2023 Filistin-İsrail Savaşı
(MM/EMK)
[1] The Guardian’ın 28 Mayıs 2024 tarihli haberine göre, İsrail gizli servisinin önceki başkanlarından Yossi Cohen, Uluslararası Adaet Divanı’ın bir başsavcısını İsrail’in savaş suçlarını soruşturmaması için tehdit etmiş: https://www.theguardian.com/world/article/2024/may/28/israeli-spy-chief-icc-prosecutor-war-crimes-inquiry?fbclid=IwZXh0bgNhZW0CMTEAAR2OBie86J8kA2QA0wEBCBa6I5HqHakFsV_FgwnTqaUMSZpgtfvTZQnvQwA_aem_ZmFrZWR1bW15MTZieXRlcw
[2] Bunu hemen anlayanlar bu düşünce tarzının başka sonuçlarına da dikkat etmeliler: örneğin Avrupa Birliği’ne girdiniz diye (Macaristan ve Polonya acı örneklerinin de gösterdiği gibi) ülkeniz birdenbire demokrasi cenneti haline gelmez; demokrasi sorunu “hukuk devleti”ni model gibi alarak “uygulamak” ile halolmuş olmaz, çünkü siyasal bir dönüşüm, değişim sorunudur, yani yukarıdan değil aşağıdan gelir, vb.