Trump’ın ikinci seçim zaferiyle bildiğimiz ABD’nin sonunun geldiği duygusunu güçlü biçimde hissediyoruz. Ama bildiğimiz ABD nasıl bir yerdi? Şimdilik sadece şu saptamayla yetinelim: İki partili sistem içinde, toplumsal farkların tamamen hükümet etme veya siyasa (policy) tercihleri arasındaki farka indirgendiği, kim iktidara gelirse gelsin temel aksiyomların radikal bir reform yönünde değiştirilmediği bir yerdi (en ciddi yapısal reforma yol açan sivil haklar mücadelelerinin bile kaç can aldığını, kimlerin sürgünde yaşamak zorunda kaldığını düşünün). Dolayısıyla iki partinin seçmen tabanları arasında da radikal bir fark yoktu ve ortada duruma göre tercih değiştiren geniş bir kitle vardı.
İşte Trump öncelikle bu sistemin aşınmaya uğradığının işaretidir. Ciddi değişiklik, iki merkez partinin sağ versiyonu olan Cumhuriyetçilerin tabanının artık büyük ölçüde ırkçılaşmış ve faşistleşmiş veya böyle bir sürece girmiş olması. Bu, ABD’nin bugüne kadar görmediği ölçüde bir keskinleşme. Henüz 20. yüzyılın başında Avrupa’da gördüğümüz faşist hareketlerle tamamen aynı şey olmasa bile, sözkonusu olan küçümsenecek bir kayma değil. Örneğin Breitbart News gibi yayın organları, popüler düzeyde ve çekincesiz bir biçimde doktriner bir faşizme yakın duruyorlar. Tüm soğuk savaş boyunca ABD’de çok küçük bir ideolojik azınlık olmuş ve FBI’ın sıkı denetimine maruz kalmış Amerikan Nazileri artık kendilerini çok daha rahat hissediyorlar ve kamusal alanda daha önce rastlanmamış bir görünürlük kazandılar. Dahası, aşırı sağdaki küçük ırkçı guruplar arasında bir çeşitlenme ve çoğalma var.
Trump’ın sahnesi
Tabii ki tüm bunlar ABD’nin “artık faşist” olduğunu anlamına gelmez. Öncelikle, Trump’a oy veren kitle içinde doğrudan ve doktriner anlamda ırkçı olmayan, sadece yabancı düşmanı diyebileceğimiz bir kesim -ki bunların arasında son seçimde oranı az da olsa artan Latino ve siyah var- Trump’ı “cesur” ve “becerikli” görüyor, onun sert göçmen karşıtı politikasına oy veriyor. Ama buradaki vurgu önemli; bu eğilimde, ister istemez, doğrudan beyaz üstünlüğüne dayanan ırkçı bir doktrin olmasa bile pervasızca güç kullanımına inanan popüler bir faşizan boyut var. Yalnız burada hiç yanılmayalım; faşizmin popüler ve doktriner boyutları arasındaki mesafe basitçe bir fırsat değildir, pekala faşizm lehine bir avantaj olarak da çalışabilir.
İkinci olarak, Trump’ın siyasal oyununa, kurduğu sahneye dikkat etmeliyiz -ki ben bu yazıda asıl bu nokta üzerine yoğunlaşacağım. Liberal ve sol basın, genellikle Trump’ın infial uyandıracak cümlelerine ve davranışına takıldı ve bunları öne çıkardı. ABD’de başkan adayı olan birisinin engelli bir kişiyle dalga geçmesi veya göçmenlerin pislik çukuru ülkelerden geldiğini söylemesi elbette infial uyandırır ve medyada kaçınılmaz tepkiye neden olur. Ama Trump’ın bu yaygın kamusal eleştiriye rağmen ısrarla aynı dili ve tavrı devam ettirebilmesi, pervasızlığı nasıl mümkün? Demek ki, o eleştirileri hiç önemsemeyen, o eleştirilerin hiç çalışmadığı ve Trump’ın tam da aşırı tavrını olumlayan bir kesim var. O kadar ki, kadınları nasıl dize getirdiği üzerine yaptığı ve tabii müthiş tepki gören müstehcen ifadeden sonra, basında Trump taraftarı bir kadının taşıdığı pankartın fotoğrafını hep birlikte gördük: “Bana el atabilirsiniz, Mr. Trump!”
Trump eleştirmenlerinin hiç dikkat etmediği nokta işte bu; onun en aşırı, en kabul edilemez, en taşkın tavırlarına verilen bu güçlü onay. Böyle müstehcen tavırları medeniliğine ve sivilliğine yakıştıramayan ve banalliklerini ilan etmekle yetinen liberal medyanın bir kez daha tartışmayı bastıran sözümona demokratlığına tanık olduk.
Özgürlük ve iktidar: Trump’ın yeni denklemi
Faşizmin başedilmesi en zor taraflarında birisi, özgürlük ve iktidar arasındaki ilişkiyi “baskı” kavramına dayanan dışsal bir ilişkiden kurtarması, yani özgürlüğü iktidara, iktidarı özgürlüğe tercüme eden bir güç sahnesi oluşturmasıdır. Trump’ın becerdiği şey, “pervasızlığı” tam da bu güç sahnesini kurabilmesidir. Sartre’dan Adorno’ya ve Foucault’ya pek çok çağdaş düşünürün gösterdiği gibi, özgürlük sadece bir şeyden özgürlük değil, aynı zamanda bir şeyi yapabilme özgürlüğüdür; aynı biçimde, iktidar da sadece baskı kuran bir ilişki değil, aynı zamanda güçtür, bir şeyi yapabilme gücü. Trump’ın siyasal söylemi, özgürlük ve iktidar (güç) ilişkisinin denklemini değiştirdi. Trump’ın engelli biriyle dalga geçmekle, göçmenlere “pis ülkelerden gelenler” diye hakaret etmekle vb. ihlal ettiği kural eski liberal denklemdi (engellinin engelliliğini, yoksulun bakımsızlığını onu tanımlayan temel özellik gibi almamak).
Ama Trump sadece bu kuralı ihlal etmekle kalmadı, kuralın ihlalini norm haline getirerek denklemi yeniden yazdı. Denklemin yeniden kurulması, onun “anlam alanı”nın yeniden bölüştürülmesi ve düzenlenmesi, asla sanıdığımız gibi (özellikle liberal vicdanın sandığı gibi), ahlak dışı bir kurgu değildi. Tam tersine, ahlaki kodlamaya dayanıyor ve onu yeniden üretiyordu. Şimdi yukarıdaki resimde yazan Trump kampanyasının önemli bir cümlesini dikkatle okuyalım: “If you are afraid to offend, you cannot be honest.” Türkçesi: “Eğer rencide etmeye korkuyorsan, dürüst olamazsın.” Liberal vicdanımıza göre, Trump kadınlarla ilgili müstehcen ifadesinde veya Haitililerin köpek yediğini söylediği zaman, kadınların ve Haitililerin onurunu rencide eden, onları inciten bir şey söylemiştir. (Aslında İngilizce “offend” kelimesinin Türkçe “rencide etmek”ten biraz daha güçlü bir anlama geldiğini, ve saldırganlık, atak etme tonu taşıdığını da not edelim.) Ama resimdeki önerme, tam tersini söylemektedir: Ahlaklı olmak, rencide etmekten korkmamayı gerektirir… Ve Trump işte böyle biridir, yani birisini inciteceğim diye gerçeği konuşmaktan korkmayan dürüst biri.
Biraz tarih: Thomas Paine kimdir?
Daha da ilginç olanı, bu önermenin Trump kampanyasının icadı değil, açık bir tarihsel referans olmasıdır. Önerme aslında, Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın ve Amerikan Devrimi’nin öncülerinden, ABD’nin kurucu önderlerinden biri olan Thomas Paine’in ünlü bir sözünün günümüz İngilizcesiyle yeniden yazılmasıdır, yani Paine’in özgürlükçü düşüncesine verilmiş bir referanstır.
Paine şöyle demişti: “He who dares not offend cannot be honest.” (“Rencide etmeye cesareti olmayan dürüst olamaz.”) Bu sözün bağlamı büyük önem taşıyor. 1776 yılında, yani Paine’in 1774’te (arkadaşı Benjamin Franklin’in yardımıyla) İngiltere’den Amerika’ya göç ederek Amerikan bağımsızlığını savunmaya başlamasından yaklaşık iki yıl sonra, Pennsylvania Journal’da “Cato” takma adıyla yazan bağımsızlık karşıtı bir yazarın hücumuna uğramıştı. Bu süreçte Paine, “Forrester” takma adıyla yazdığı ve aynı dergide yayınlanan bir dizi mektupla buna yanıt verdi. Mektupların ve tartışmanın konusu Amerikalıların İngiltere’ye karşı bağımsızlık mücadelesi, yani özgürlüktü. Paine, ateşli ve kışkırtıcı üslubuyla bilinen, bağımsızlıktan yana bir liberal cumhuriyetçiydi ve bildiğimiz İnsan Hakları’nın ilk metnini bir kitap olarak o yazmıştı; bu nedenle İngiltere’de gıyabında yargılanacaktı. (Bizim bildiğimiz “İnsan Hakları ve Yurttaşlık Bildirgesi”, daha sonra Thomas Jefferson’ın yardımıyla Marquis de Lafayette tarafından taslak olarak hazırlanmış, 1789 devriminden sonra Fransa’da Ulusal Meclis’e sunulmuştur.) Paine, eğer bir hükümet halkın doğal haklarını emniyet altına alamıyorsa halk tarafından siyasal bir devrimle değiştirilebilmesinin meşru olduğunu ilk savunanlardandır. İşte, “Forrester” imzalı mektuplarda sözkonusu cümleyi o malum ateşli üslubuyla bu bağlamda yazmıştı Paine: “Rencide etmekten korkan dürüst olamaz.”
Demek ki, demokratik vicdanımızın gayrimeşru bulduğu o rencide edici, saldırgan, kabul edilemez cümleler Trump’a oy veren yaklaşık 75 milyon Amerikalı için meşru olmakla kalmıyor; daha beteri (ve asıl bağlayıcı olan nokta bu) onlar için özgür bir edimin nihayet gerçekleşmesi, güçlerinin nihayet ortaya çıkması, tanınması anlamına geliyor. Trump, Amerikan halkına “özgür ve güçlü olduklarını” söyledi, bu özgürlüğü ve gücü siyasal sahnede oynayarak (engelliyi taklit ederek, göçmenlere hakaret ederek, kadınların nasıl dize getirileceğini söyleyerek). “Make America Great Again” sloganının asıl söylediği, Amerika’nın yeniden kurulmasının, yeniden büyük olmasının ancak göçmenlerden kurtulmaktan geçeceği, bunun ise mümkün olduğu, bu gücün varolduğu, sadece birilerini incitmekten korkmayan, cesur, özgür bir edim gerektirdiğidir. Böylelikle “özgürlük” ve “güç” ilişkisi yeniden yazılmış oldu. Trump, emekçilere, dar gelirli çalışanlara, çıldırmalarının, çizgiyi geçmelerinin haklı ve meşru olduğunu, ama daha önemlisi güç kullanabilmelerinin mümkün olduğunu gösterdi. Bunu Thomas Paine’in söylediğini tekrarlayarak yaptı, dilin açıklığını kullanarak, onu başka bir bağlamda tekrar ederek.
Liberalizm ve faşizm
Faşizmin bize öğrettiği temel ders bu değil mi? Kendisinin demokrasinin olasılıklarından biri olduğu. Trump seçimle geldi. Demokrasiyi tanımlayan metnin paradoksu “halkın egemenliği” kavramında düğümleniyor. “Ama azınlıkları korumak da demokrasinin parçası, hukuk devletinin gereği” itirazını duyuyorum… Hiç kuşkusuz öyle! Ama bunu söylemek sözkonusu koşullar altında ne kadar yetersiz... Bu yetersizliğin en açık seçik kanıtı, Donald Trump’ın kampanyasını örgütleyen, onun ilkesini oluşturan, onu kodlayan ve programlayan, yukarıda dikkatle okumaya çalıştığım önermedir, ki tüm özgürlük ve güç ilişkisini yeniden kurarak azınlığı azınlık olmaktan çıkarır, demokrasiyi ve özgürlüğü ulusal bağımsızlığa döndürerek azınlığı “yabancı” kılar.
Eğer Trump, iddia edildiği gibi işçi sınıfı üzerinde etkili olduysa işte bu yeni “egemenlikçi” kurgu sayesinde oldu. Avrupa’daki yeni faşizm de aynısını yapıyor. Bu nedenle, asıl tartışılması gereken “egemenlik” kavramı olmalı, yani özgürlüğün güçle garip, çözülemez ilişkisi. Bu tartışmayı burada yapmamız mümkün değil, sadece şunu vurgulayalım: Sol, ancak demokrasinin metnini, o metnin çelişkileri ve paradokslarını dikkatle okursa yeni bir insiyatif, yeni bir güç geliştirebilir. O halde son olarak varolan sola bakalım.
Sol “uyanıyor”: İşçi sınıfına dönelim!
Bernie Sanders teşhisi koydu: “İşçi sınıfını terk eden Demokrat Parti, işçi sınıfının da kendilerini terk etmesine şaşırmamalı.” Demokrat Parti içindeki geçmiş mücadelesi göz önüne alındığında Bernie Sanders gibi birinin bunu söylemeye hakkı olsa bile, aslında teşhis hiç de yeni değil.
Aynı sınıfsal uyarıyı, son on yılda, eleştirel Marksizm’den (Fred Jameson, Jodi Dean) neoliberalizmin “toplumsal içerikli” versiyonuna (Dani Rodrik, Daron Acemoğlu) bilinen solun değişik kanatlarından hep duyduk: Artık kimlik politikasını bırakalım, sınıf politikasına, yani işçi sınıfına dönelim. İşçi sınıfına dönmeye kim karşı çıkabilir? Ama sorun tam da önermenin doğruluğunda, zaten varolan durumun empoze ettiği bir şeyi söylemenin kolaylığında… Yarın Trump göçmenleri Amerikalı değil, Haitili veya Honduraslı olduğu için ülkeden atmaya başladığında nasıl bir sınıf politikası izleyeceksiniz? Kimlik politikasını tamamen bırakan bir sınıf politikası mı? Nasıl? Bu gerçek, pratik soruları düşünen var mı?
Sorular şimdiden burada, daha yenileri de yolda bekliyor… Dolayısıyla bu yaman “sınıfsal” saptama karşısında insan asıl şunu sormalı: İşçi sınıfını terk eden ve kimlik politikası izlemeye karar veren bir sol mu vardı? Başka türlü söylersek, bu kararı kim verdi? Hatta, sözkonusu olan birisinin verdiği bir karar mıydı? Sanki kapitalizm, tarih, nesnel dünya, toplumsal dinamikler hep aynı kalmış, hiç değişmemiş ve değişmeye devam etmiyor da, birileri (adeta süpermarkette şampuan seçer gibi) şu veya bu politikayı izlemeye karar vermiş, verebilirmiş gibi. Böyle bir yaklaşım, toplumsal dinamiğin temeline bir sorumlu “özne” yerleştiren ve onu suçlu ilan eden yasacı bir tavır. Bir yandan sosyalizmin geçirdiği kriz, öte yandan etnik veya cinsel azınlık hareketlerinin, feminizm, ekoloji, vb. toplumsal hareketlerin ortaya çıkışı vb. hiç kimsenin kararına bağlı olan gelişmeler değil. Eğer işçileri, kadınlarla, azınlıklarla, göçmenlerle vb. bir araya getirmek bir “kararla” olacak iş olsaydı, herhalde Trump, Le Pen ve Orban ile uğraşıyor olmazdık.
Acaba faşizmin yükselişi, demokratik zekanın dümûra uğraması demek mi? Trump’ın proto-faşist ırkçı söylemini durduracak, canavarları üzerimize saldığı bu sahneyi yıkacak herhangi bir güç düşünmek bir hayli zor. Ama eğer Demokrat Parti, liberaller ve sol biraz daha dikkatli olsalar ona en azından biraz zarar verebilir, kurduğu sahnede delikler açabilirlerdi. Demokrat Parti, o kadar kötü ki, o kadar uyduruk bir siyaset ve demokrasi anlayışı var ki, fark etmedi bile Trump’ın Thomas Paine’in dilini konuştuğu ve aklına bile gelmedi Paine’in de bir göçmen olduğu; üstelik zamanında hayli taze bir göçmen, çünkü o cümleyi göç ettikten sadece iki yıl sonra söylemişti! Eğer biraz farketseydi, en azından kampanyasının merkezine daha anlamlı bir slogan yerleştirebilirdi: “Burası Amerika, burada herkes göçmen! Trump, beğenmiyorsan Almanya’ya dön!” Belki yine kaybederdi, ama en azından onuruyla kaybederdi.
(MM/VC)