Genel kültür içinde yazmak ve okumak verili aldığımız edimler. Yazarlar yazar, okurlar okur. Yazarlar yeteneklidir, okurlar bağlı. Peki ama nedir bu basit görünen, verili aldığımız yazma ve okuma eylemleri, edebiyat bir başka üretim-tüketim döngüsü mü? bianet’in 9 Ekim 2023 tarihli haberine göre, son romanı 995 km için Murathan Mungan ilginç bir şey söylemiş: “Anter cinayetini anlatıyorum, ama siz Elçi diye de okuyabilirsiniz.”
“Faili meçhul” cinayetlerin yer değiştirilebilirliğine verilen bu referans adeta bizatihi cinayetlere verilmiş bir yanıt değil mi? İstediğiniz kadar faili meçhul kılın, edebiyat faili biliyor. Ama neyi, kimi biliyor, nasıl bir “bilgi” bu, özellikle söz konusu olan şey, hukuki değeri olan bir bilgi, bir kanıt, vb. olmadığına göre? Devam edelim, yazarı dinlemeye:
“Musa Anter bizim hısmımızdır, akrabalık ilişkimiz vardır ve bu kitaba sembol cinayet olarak ölümünün arkasındaki perdeyi aralamak iddiasında asla olmadım. Sakın ha kitabımı Musa Anter cinayetini anlatıyor diye okumaya kalkmayın. O günden bugüne dek işlenmiş bütün cinayetler için bir sembol cinayettir. Bu, belgesel değil, belgesel bir roman değil. Çok belgeden yararlandım, çok okuma yaptım. Dönem gazetelerini taradım. Özellikle adı geçen İslami tarikatlar üstüne okumalar yaptım. Kitabı yazarken Diyarbakır’dan başlayarak kitabın bütün geçtiği yerlerde iki kez yolculuk ettim. Kitabın ana kişisi olan katilin gezdiği yerleri gezdim. Bazı söyleşiler yaptım. Mesela okuyacağınız gar sahneleri, otobüs sahneleri için ya da okuduğunuz o dönemin otobüs şoförlerinden bilgiler topladım. Benim bilemeyeceğim detayları onlardan aldım.”
Sık sık yazarların çağının, olayların tanığı olduğunu söyleriz, ama nedir bir tanık? “Orada” olan, gören, duyan, işiten, kim, tanık? Gelin bu soruyu açık bırakalım, yanıtı kolay olmasın. Çünkü yazar bir bakıma bize tanıklığın hiç basit olmadığını anlatmaya çalışıyor. Bir hikayenin gerçekliğini, gerçeklikten değil gerçekliği kuran hikayeden aldığı gerçekliğini kurabilmek araştırma gerektiriyor. Yazar da bize bunu anlatıyor: Olayların örgüsünü, dokusunu kurabilmek için hikayenin geçtiği yerlerden geçtiğini, faillerin dünyalarını tekrar tekrar okuduğunu. Ama edebiyatın bildiği bu değil; tüm bunların yeterli olmadığını, olamayacağını biliyoruz. İşin en zor, en çetrefilli kısmı bu değil. Asıl zorluk şu: Anlattığı insanların hiçbirisi bu yazarın içinde yaşadığı dünyanın insanları değil, onlar başka bir dünyaya ait. O kadar başka ki, yazarı, bu satırları yazan beni ve muhtemelen okuyan sizi yaşatmak istemeyen, canımıza kastetmiş bir dünyanın insanları.
Örneğin, romanın “kahramanı” ya da baş faili, “tetikçi”, gözünü kırpmadan insan öldürür. Onun yer aldığı gizli teşkilattaki “Eğitmen” ayrıntılı suikast planları kurar, insanları görevlendirir ve planı uygulatır, ama resmi bir toplantıda hiçbir şeyle ilgisi yokmuş gibi oturur ve ortamı başarıyla manipüle eder. Gizli İslamcı örgütün lideri “Hoca” sorgu, işkence ve cinayetlerden kutsal bir görevmiş gibi söz eder vb. Ama hiçbir yazar bunları açık bir mesafe alarak anlatamaz. Eğer yazdığınız şey gazete metni değil de bir romansa, yani söz konusu olan edebiyat ise yazarın böyle bir hakkı yoktur. O bir biçimde anlattığı insanların görüş açısına, duygularının ve düşüncelerinin içine yerleşmek zorundadır. Hiçbir yazar, yazdığı karakterlerden bir biyoloğun böceklerden söz ettiği gibi söz edemez. Bu da ister istemez, aynı zamanda bu karakterlerin her birinin korktuğunu, merak ettiğini, çay içtiğini, soru sorduğunu, yani insanlığını, herkes gibiliğini, aleladeliğini anlatabilmek demektir. Yazar yazarken, ben okurken, onlarla yürüyor, onlarla yemek yiyor, konuşuyor ve soluk alıyoruz. Başkalarını anlatabilmenin, hayali dünyalar yaratabilmenin kendi için bir zorluk teşkil etmediği ya da bir hüner haline geldiği, kendinde başka dünyaları hayal edebilen, kurabilen, çoğaltabilen, kendinden çıkıp başkalaşabilen bu insan türüne yazar diyoruz. Daha doğrusu, bu başkalaşma, dünyalar yaratma gücüne edebiyat ve sanat diyoruz.
Bu nedenle edebiyat, engellenmesi imkansız bir özgürlüğün, hayal gücünün pratiğidir. Tabii ki güç kullanarak her şey engellenebilir, ama edebiyat vakasında bu engellenemez bir şeyin engellenmesidir. Ve edebiyatçı eğer çağına ve olaylara tanıklık edebiliyorsa, bunun nedeni sadece gözlem yetisinden, hatta dikkat ve duyarlığından bile değil, insanlardan esirgenmiş, saklanmış olanı, hakkında somut, elle tutulur hiç bir şey bilmediğini bile düşünebilme ve kurabilme gücünden kaynaklanır. Yazara araştırma yaptıran, kentten kente, bir otobüsten ötekine dolaştıran, bir ayrıntıdan diğerine sürükleyen hayal etme ve anlatma tutkusunun gücü.
Edebiyat yok olmuş izlerin, olaya veya olana ait bile olmayan ama hala izlenebilen izlerin zayıf ve ısrarlı gücüdür. Bu özgürlük aynı zamanda edebiyatın sorumluluğudur ve her sorumluluk gibi bu da yazarın içinde dolaştığı o uçsuz bucaksız öznelliğin, dünyaların labirentinde düğümlenir: “Eğitmen”, “Teyze”, “Hoca”, “tetikçi”. Murathan Mungan’ın yarattığı her biri benzersiz bu karakterlerin yaptıkları insanlık dışı değildir; tam tersine, gözlerini kırpmadan icra ettikleri kötülük, fesat, cinayet, işkence insanlığın ayrılmaz bir parçasıdır. Belki de yazarın ve edebiyatın en önemli dersi, ilk veya son sözü budur: sizin insanlığınız da bizden sorulur, bizden bilinir.
Varsın “faili meçhul” olsun.
(MM/VC)