Son zamanlarda iki şeyi daha çok hissetmiş olmalısınız. ‘hapis olmanın hissi” ve “dokunamamanın zorluğu”. Evde kalmak, sokağa çıkamamak, sevdiklerinize dokunamamak…. Yaklaşık üç aydır pek çok insanımız ‘hapisliği’ yaşadı. Ülkeyi koca bir hapishaneye çevirenler, “evde kal” -aç da olsan- çağrıları ile evlerimizi hapishaneye çevirip, kendimizin gönüllü gardiyanı olmamızı istediler. Önlemden anladıkları eve kapatmaydı. Sokağa çıkma yasakları koymaktı. Ve birbiriyle çelişik o kadar çok karar aldılar ki bugün söylediklerinin yarın tersini yaptılar, hiçbir ciddiyet, inandırıcılık kalmadı. Halkı değil dönmesi gereken çarkları düşündüler. Nihayetinde beş bine yakın insanımız hayatını yitirdi. Ve o kayıplar sadece bir sayıdan ibaret görüldü.
Bizler de halkın avukatları olarak üç yıldır tutsaklığı yaşıyoruz. Şimdi hepimiz farklı hapishanelerdeyiz. Birbirimizi göremiyor, duyamıyor, dokunamıyoruz. Oysa üç yıl önce “aynı daldaydık” şimdi “aynı daldan düştük ayrıldık”. Tabi fiziksel olarak, manevi olarak hep bir aradayız. Ama özlemimiz yine de tarif edilemez.
Tutulduğumuz hapishanenin (T Tipi) en dış bloğundayız. Hücremizin yeri “yüksek güvenlikli” tutuklu ve hükümlülerin kaldığı yer. Ağır müebbetler, tekli (disiplin) hücreleri ve biz aynı koridordayız. Peki ne farkı vardır derseniz bu yerin zulüm her yerde zulüm, tipleri (F Tipi, L Tipi, E Tipi) değişse de uygulamalar aynı. Kapınız çifte sürgülü, insana ve kitaba hasret bırakılmak isteniyoruz. Yerimizin bir de “avantajı” var. Hücrenin penceresinden dışarı bakınca lojmanları görüyoruz. Gardiyanların kaldıkları lojmanları. Yani bizden sonrası dışarısı oluyor.
Havalar güzel olunca öyle şenlikli sesler geliyor ki ilkokul bahçesi gibi, lojman bahçesinde oynayan çocukların “lojman bebelerinin” seslerini duyuyoruz. Hücremizin yerinden kaynaklı dışarıdaki pek çok sesi işitiyoruz: yoldan geçen arabaların sesini, biçilen çimlerin, hızarla kesilen dalların, çalışan bağrışan insanların seslerini, martıların serçelerin seslerini duyuyoruz. Sonra balkonda sigara içen, sofra bezini çırpan, akşam on sloganımızı duyunca ışığını kapatıp yatanları görüyoruz. Ama ne zamandır “lojman bebelerinin” seslerini duymuyoruz. Korona günlerinde onları da hapsettiler anlaşılan, hapishane içinde hapisler demek ki.
“Bebe” sözcüğü çoğu Ankaralının dilindedir. “çocuk” yerine “bebe” kullanılır. Argo değil aslında bir sevgi sözcüğüdür. Annelerin gözünde hiç büyümeyen çocuklar içindir “bebe”. “la bebe” yerine göre bir kızma, yerine göre bir rica, yerine göre bir şefkattir. Aman karışmasın “lan” değil “la”. “Lan” argodur, “la” sevgi sözcüğüdür. Biz öyle bildik.
Ben sevgili arkadaşım Aytaç’a “lojman bebesi” derdim. Bilirsiniz, arkadaş; her zaman arkanızda “daş” gibi sağlam duran kişiye denir. Ki yoldaş da seni yürüdüğün yolda hiç yalnız bırakmayana denir. Ama yol arkadaşı farklı yoldaş farklıdır. Yoldaş aynı karından gelmesen de kardeşten ileridir. Canını yoluna serendir. Bizim oralarda yoldaşın başka bir anlamı daha vardır. Yoldaş mayadır. Sütü yoğurda dönüştüren mayaya yoldaş denir. Yoldaşın iyiyse yoğurdun taş gibi tutar, tadı nefistir. Yoldaş girdiği kabı, dağıldığı sütü değiştirir, bambaşka en güzel yapar. Köylerde komşu evler yoldaşlarını verirler birbirilerine, emeklerini katarak yaparlar ki işlerini ol sebepten yoldaşları da yoğurtları da hep güzeldir.
İşte bizim de yoldaşlığımızda emek, sevgi ve değişim üzerine olmuştur. Eskiyi yıkıp yerine hep yenisini koymuşuzdur. Birbirimiz üzerinde ki emeğimiz sevginin ifadesidir. O da bizi birbirimize kopmaz bağlarla bağlamış ve canımızı verecek kadar bir “aile” haline getirmiştir. Bu yolda yaşın, kıdemin, cinsiyetin hiçbir önemi yoktur. Safi yürek olanlar çıkar yola. Değişir ve değiştirirler.
Sevgili arkadaşım, yoldaşım Aytaç’a ben “lojman bebesi” diye seslenirdim. Öylesine “nahif”, öylesine “nazik” olduğundan. Ama asla “nazlı” değil. İnsanın çam pürçeğine alerjisi olur mu, at kılından hasta olunur mu? Olur, koca adam Aytaç olur. Ben de ona takılır sen “lojman bebesisin” derdim. Çabuk hastalanmasına biraz “narin” olmasına takılırdım. Hâkim bir annenin, mühendis bir babanın tek çocuğudur. Hani “isteseydi…….. şöyle yapardı, böyle yapardı diye başlanacak pek çok cümle kurulabilir onunla ilgili. Küçüklüğünde lojmanlarda kalmıştır, belki tornet yerine bisiklete binmiştir, misket yerine playstation oynamıştır. Pek çok kişiden önce; toprakta değil asfaltta geçmiştir çocukluğunun çoğu…
İşte bu “lojman bebesi” Ankara’nın ekmeğini, suyunu, ayazını, soğuğunu yiye yiye tam bir “Ankara bebesi” olmuştur. Aytaç yoksul halk sofralarına konuk oldu, onların sorunlarını dinledi yanı başlarında oldu. Hüseyingazi, Yenidoğan, Tuzluçayır oldu. Yürümekten, aç kalmaktan, uykusuz kalmaktan hiç yılmadı. Diyalektiğin dört haliydi Aytaç; her şey birbirine bağlıdır, her şey değişir, nicel birikimler nitel sıçramalara yol açar ve zıtlar savaşım halindedir. İşte Aytaç’ın yaşamının özetidir dört ilke. Yoksulluğun nedenini sordu, çaresini buldu. Değiştirmek için değişmek gerek dedi ve değişti. Che’yi örnek aldı. Astımlı Doktor Che’nin yaşamını, savaşını örnek aldı. Bahaneler, mazeretler üretmedi. Bilmiyorsa öğrendi, hayatın öğrencisi oldu. İşte Aytaç’a her ne kadar lojmanda büyüdü diye takılsak da onun kökleri, Adana’da İnce Memed’de, Denizli’de Ege’de Çakırcalı Efe’dedir. Onun mayası sağlamdır. O Ege Dağlarıdır, Toroslar’dır. Halkımızın bin yıllık tarihinden gelir. Yani O, yüreğe dokunmanın adıdır.
Biz tutsak düşmeden iki ya da üç yıl önce uluslararası bir sempozyum düzenlemiştik. Farklı ülkelerden haklar ve özgürlükler mücadelesi veren hukukçu konuklarımız vardı. Deneyimlerimizi paylaşıyorduk. Ayrı dilleri konuşsak da birbirimizi çok iyi anlıyorduk. Ortak mücadelemiz bizleri birleştiriyordu. Dostça, çok sıcak, sağlam ilişkilerimiz vardı. O sempozyumda ayak üstü çaylarımızı yudumlayıp sohbet ederken konuklardan biri gelip Aytaç’a bir iki kez işaret parmağının ucuyla dokundu ve seslendi: “I touch”, “I touch”. İngilizce Aytaç (I Touch) dokunmak anlamına geliyor ya bu muzip eğlenceli arkadaşımız da Aytaç’ın ismi ile ilgili espri yapıyordu. Dokunmak önemlidir bizim için. Sevdiklerimizin omzuna, koluna, yüzüne, saçına dokunuruz. Biz dokunmadan sevgimizi ifade edemeyiz. İlla ki bir temas olmalıdır. Şakalaşmalarımız, selamlaşmalarımız, kucaklaşmalarımız… Ama bugün görüyoruz ki Aytaç gerçekten de dokunmanın adıdır. Ve şimdi “adaletin kılıcı” olarak hepimizin yüreğine dokunuyor, yüreğine sesleniyor - ki yalnız da değil - Ebru'yla birlikte yürüyor.
Öyle günlerden geçiyoruz ki “Acıyı bal eyledik/ Sıratı yol eyledik/ Geldik bugünlere…”. Dedik ya öyle günlerden geçiyoruz ki varılacak yere kan içinde varılıyor.
Dostlar, Jose Saramago “Ölümü geciktirmek ve yaşamı uzatmak için yazıyorum” diyor. Peki ben neden yazıyorum? Duygularımızı, düşüncelerimizi dışarıdaki elimiz, ayağımız, dilimiz olan sizlerle paylaşmak, paylaşarak size geçmesini sağlamak, temel olarak da harekete geçirmek için yazıyorum.
Uzunca bir zamandır evimizde kaldık, hiç öyle “evimizde kalmak iyiydi, kendimize zaman ayırdık” falan demeyin. Belki bir süre -pilatesten ekmek yapmaya varıncaya dek- “eğlenceli” meşgaleler bulmuş olabilirsiniz. Ama nereye kadar…. Evlerimizde hapisteyiz. Göremiyor, dokunamıyor, kucaklaşamıyoruz. Ki bu hapisliğin bir tehlikesi daha var. Ruhumuzu, yüreğimizi hapsetmek, kendi küçük yalnız dünyamıza çekilmek. Yalnızlaşmak. Tek başına, bir başına kalmak! Kimseyi sormayan, kimsenin sormadığı “insanlar” olmak! İşte düzen, kapitalizm, burjuvazi, adına ne derseniz deyin egemenler bunu istiyor. Yani “yüreğe dokunmayın” istiyor. Elleri koynunda bekleyin istiyor. Şimdi beklemenin sırası değil, beklemek ölümdür…
“….
Öyleyse dostlar bırakın bu yalnızlıkları
Bu umutsuzlukları bırakın kardeşler
Göreceksiniz nasıl
Güller güller güller dolusu
Nasıl gül kokacağız birlikte
Amansız, acımasız kokacağız
Dayanılmaz kokacağız nefes nefese”
Edip Cansever
Dostlar ben size bugün adil yargılanma hakkı için uzun bir yürüyüşe çıkan Aytaç’ı anlattım. Onunla birlikte Ebru adımlıyor yolu. Bir yanda yine Adalet yerini bulsun diye Didem, Özgür açlıklarıyla adımlıyorlar yolu! Elbette diğerleri de anlatılacaktır, zaten direniş olan yaşamları çok şey anlatmaktadır. Biz bizi böyle bilir, böyle anlatırız. Eksik kalmıştır elbet, fakat şimdi sözün değil eylemin zamanıdır. Ve hala “ben ne yapabilirim ki” diyen var mı? “Ses ol”, “çığlık ol”, “ışık ol!” Durma Allah aşkına! (EG/AS)