"İnsanın kendini savunmak için kendine kıydığı da olur.” Halil Cibran'ın yüz yıl önce söylediği söz, çağlara, tüm kültürlere ait ve bu yazıda ifade etmek istediklerim bir özeti. Söylemek istediklerim aynı zamanda müvekkilim de olan arkadaşlarımız, meslektaşlarımız Ebru Timtik ve Aytaç Ünsal'ın 150 günü aşan açlığına ve adalet arayışına ilişkin.
Ebru ve Aytaç avukat olarak başkaları için adalet ararken, kendileri adaletsizliğin muhatabı oldular, şimdi hayatları pahasına bu adaletsizliğin ve haksızlığın giderilmesini istiyorlar.
“Adalet", dönemin en güncel tartışması. Yargılamalar yolu ile yaşanan haksızlıklar, hukuksuzluklar ve siyasal konjonktürün ihtiyaçlarına göre şekillenen hukuk sistemi haksızlığı büyüttüğü oranda, adalet talebi güncel ve vazgeçilmez olmaya devam ediyor.
Özellikle 2010 referandumu sonrasında, yargı mekanizmasında sık sık yapılan değişiklikler ile artan, dönemsel siyasal ihtiyaçlara göre gündeme gelen yargılamalar, torba davalar ve bunların yarattığı haksızlığın büyüklüğü, adalet talebini de daha görünür hale getirdi.
Sokrates'in savunması
Sokrates savunmasında “Gölgelerle savaşırcasına, kimsenin yanıtlamayacağı sorular sorarak kendimi savunmak zorundayım" dediğinde, onu tutuklayanların aynı zamanda onu öldürmek amacında olduğunu bildiği halde, kendini savunmaktan vazgeçmediğini, “mahkumiyetten ya da idam cezasından korkarak size uyacağıma, tehlikeyi göze alarak yasaların ve adaletin gereğini yapmayı tercih ettim” sözü ile adalet inancını yaşamı pahasına savunduğunu göstermişti.
Siyasal yargılamalar Sokrat'ın savunmasında ortaya koyduğu gibi, olası kararın büyük oranda yargılamanın başında billurlaştığı ve yargılananların buna rağmen gölgelerle savaşırcasına yanıtsız sorular sorarak da olsa, kendilerini savunmaktan vazgeçmedikleri davalardır. Siyasal davada yargılama sonucunda verilen kararın içeriğindeki haksızlık kadar, yargılanan kişinin tüm varlığını yadsıyan keyfilik öne çıkar. Böylece yadsınan, yok sayılan kişi, hukuken ve fiziki varlığı ile yaşamın içinden alınmış olduğu gibi, düşünsel kimliği ile de yaşamın dışına atılmak istenir. Yargılamanın öznesi olan, artık bir nesneye dönüştürülmek istendiği anda, haksızlık, hukuka aykırılık yargılamanın temel karakteri olur. Bu "adalet" kavramının dar anlamıyla da olsa uygulanmadığı bir aşamayı ve sistemi ifade eder. Bu nedenledir ki, tarih boyunca siyasal davalara adalet tartışması da eşlik etmiştir.
Dreyfus davası
Siyasal yargılamaların en önemli örneklerinden biri olan Dreyfus davası aynı karakteristik özelliklerin ortaya konulduğu bir davadır.
1894 Eylül'ünde Fransız ordusunda subay olan Alfred Dreyfus, casusluk yaptığı iddiası ile tutuklanır ve savaş konseyinde yargılanır. Dreyfus aleyhine büyük bir karalama ve Yahudi karşıtı kampanya başlatılır. İstihbarat servisi tarafından hazırlanan “gizli dosya “ avukatının ve sanığın haberi olmadan yargıçlara ulaştırılır, yargıçlar savunma hakkına yönelik bu ihlali ve yasaya aykırılığı görmezden gelir, duruşmalar gizli yapılmak istenir. Sonuç olarak oybirliği ile Dreyfus'u suçlu ilan ederler. Dreyfus suçsuz olduğunu ve suçlunun bilindiğini söyler ama, bunu kanıtlayamaz. Dreyfus'un suçsuz olduğuna inanan Emile Zola yeniden yargılama yapılması ve Dreyfus'un aklanması için büyük bir kampanyaya öncülük eder. Nihayet 1904 yılında Dreyfus'un dosyasına sahte belge konulduğu kabul edilerek , yeniden yargılanır ve Dreyfus aklanarak orduya döner.
Emile Zola, bu dava ile ilgili yazılarında “Uğradığımız zarara karşılık bize tarihin adaleti vaat edildi. Bu vaat biraz da, açlıktan kırılan ve kolayca kandırılabilen saf sefilleri yatıştırmaya yarayan Katolik cenneti andırıyor...Ben kendi hesabıma bunu istiyor ve tarihin alacağı öcün, cennetin zevklerinden daha önemli olacağını düşünüyorum. Bununla birlikte dünya yüzünde de biraz adalet görmek bize kıvanç verecektir" diye yazar.
Tüm sürece damga vuran tarihsel sözü ise "Gerçek yürüyor, onu hiçbir şey durduramayacak” olur.
Dreyfus davası, aslında dava pratiği, yaşanan ihllaler nedeni ile değil, daha çok yarattığı etkiler açısından önemlidir ve tarihsel değerini hiçbir zaman kaybetmiyor. Zola'nın Cumhuriyete karşı işlenmiş bir suç olduğunu ifade ettiği dava nedeniyle başlattıkları kampanya, Fransa'nın insan hakları ve özgürlükler mücadelesinin zemini oldu, çağdaş tarihsel bir harekete dönüştü ve büyük bir değişime neden oldu. “Biz insanlığa, gerçeğe ve adalete gidiyoruz” sözü de gerçek oldu.
Ölüm sınırına doğru giden yol
Şimdi bizler de bir siyasal davanın yarattığı sonucu, adaletsizliğin bizi karşı karşıya bıraktığı daha önemli bir sorunu yaşıyoruz: Ölüm sınırına doğru gidilmekte olan ölüm orucu eylemini.
Ölüm orucu eyleminin nedeni, bu sonuca doğru götüren olaylar silsilesi, haksız ve hukuka aykırı uygulamalar ve bir siyasal yargılama pratiğinin sonuçlarıdır. Kısaca bu davaya bakmak ve anlamak belki arkadaşlarımızı hayatta tutacak yol bulmamızı da sağlayacaktır.
Avukatların yargıladığı ve ağır cezalara mahkum edildiği davanın içeriğinden ve yargılamada yapılan hukuksuzluklardan, haksızlıklardan uzun uzun söz etmeyeceğim. Sadece davaya hakim anlayışı ortaya koymak için, birkaç örneğe değinmekle yetineceğim.
12 Eylül 2017'de gözaltına alınmaları ile başladı süreç. Savcı 15 gün boyunca emniyette tutulmaları için gözaltı izni verdi. Emniyette işkence ve kötü muamele gördüler. Işkence izleri Adli Tıp raporları ve savcılık tutanağı ile tespit edilmesine rağmen, işkence yapanlar hakkında soruşturma açılmadı. Yasaya aykırı gözaltı süreci ancak, sürdürmekte oldukları açlık grevinde su ve şeker almayı kesmeleri üzerine sona erdirildi ve adliyeye sevk edildiler. Savcılık ve Hakimlik sorgusu suçlamalar öğrenilemeden, dosya şüpheli ve avukatlarına gösterilmeden yapıldı ve tutuklandılar.
İddianame hazırlandığında avukatlık faaliyeti olarak yapılan işlerin suçlama olarak iddianamede yer aldığını gördük. Halkın Hukuk Bürosu'nda avukatlık yapmak, örgüt soruşturmasından gözaltına alınan ve tutuklanan kişiler ile emniyette ve cezaevinde görüşmek, onlara susma hakları bulunduğunu hatırlatmak, müvekkillerinin cenaze törenlerine ve anmalarına katılmak, Soma, Ermenek vb davaları takip etmek vd. suç sayıldı.
Yargılamada, cenaze ve anma törenleri ile yasal dernek faaliyeleri sırasında çekilen fotoğraflar, gizli tanık ve itirafçı beyanları davanın temelini oluşturdu, önceki soruşturmanın ve devam eden başka bir davanın delilleri bu davanın da delili olarak yenilendi ve hükme esas alındı.
Cezalandırılmak için atılmış adımlar
Bir yıllık tutukluluğun ardından çıkarıldıkları 10 Eylül 2018'deki ilk duruşmada, mahkeme heyeti oy birliği ile tüm avukatlar hakkında tahliye kararı verdi. Bu aşamaya kadar yaşananlar uygulamada sıklıkla rastlanan ihlallerden olduğu için sıradışı değil. Ancak bundan sonraki süreç ciddi anlamda sıradışı.
Mahkemenin verdiği tahliye kararının üzerinde sadece 10 saat geçmişken, savcılığın karara itiraz etmesi üzerine, aynı heyet tarafından tahliye talebinde belirtilen gerekçelerin tamamen aksi gerekçeler ile tahliye kararları geri alındı. Ama kararın mahkeme heyetine geri aldırılması yeterli görülmedi ve karardan hemen sonra, mahkeme heyeti yerine önce başka bir mahkemenin başkan ve üyeleri geçici olarak görevlendirildi, daha sonra geçici görevlendirilen hakimler mahkemenin asil üyeleri olarak atandı. Önceki heyetin tüm üyeleri başka başka mahkemelere, bir kısmı başka illere atandılar.
Yeni heyetin atandığı ilk andan itibaren sergilediği tutum ,ceza vermeye endeksli bir yargılama süreci olacağını ve en kısa sürede karar/ceza vermeyi hedeflediklerini çok açık şekilde ortaya koydu.
İhlaller silsilesi
Bundan sonra Silivri Cezaevi yerleşkesinde yapılan duruşmalarda yapılan haksızlık ve hukusuzluklar adeta ihlaller silsilesi gibi. Mahkeme heyeti, bu duruşmalarda dosya içeriğinin tartışılması taleplerini reddetmiş, dosyadaki belgeler okunmadan, tartışılmadan sadece aynı soruşturma kapsamında şüpheli sıfatı ile gözaltına alınan itirafçı sanıklar ve gizli tanıkları dinleyerek karar verdi. Mütalaa vermesi için savcı dahi zorlandı, iki kez tekid edilen müzekkereye rağmen olmayınca, başka bir savcıdan mütalaa alındı.
Yeni heyet önceki duruşma tarihini de değiştirerek duruşmaları SEGBİS aracılığı ile yapmaya karar verdi, tutuklu avukatların duruşmaya doğrudan katılma ve yüzyüze yargılama talebi ile açlık grevi yapması üzerine, açlık grevinin 50. gününde karar geri alındı. Yasal bir hak olan duruşmaya katılma hakkını elde etmek için dahi, 50 gün açlık grevi yapmak zorunda kalınması yargılamanın seyrini göstermesi itibariyle ibret verici.
Bu yargılamayı bir cümle ile tanımlamak istesek, yargılama faaliyetten çok, sonucu önceden belirlenmiş kararın şekli olarak açıklanması diyebiliriz.
Karar duruşmasından bir gün önce 19 Mart 2019'da sanık müdafilerinin sabah duruşma salonundan çıkarılmasına karar verildi, öğleden sonraki duruşmaya ise sanık müdafileri alınmadı, 20 Mart'taki duruşmada ise sanıkların ve müdafilerinin yokluğunda, savunmaları dahi alınmadan ağır cezalar verildi.
Soruşturma, kovuşturma ve istinaf aşamaları hukuk kurallarının, yargı etiği ilkelerinin, sanık haklarının, savunma hakkının ihlal edildiği işlemler ve hak ihlalleri ile tamamlandı. Şimdi dosya son karar için Yargıtay'da.
"Onurumuz her şeyin üstünde"
Savunmanları olarak görev alan biz avukatlar, yargılamada bu adaletsizliği, hukuksuz uygulamaları engelleyecek bir yöntem bulamadık. Ne yazık ki onlar da “adalet" talebini hayatlarını ortaya koyarak duyurmaya çalışıyorlar.
“Asla çaresiz kalmayacağımızı, hakkımız olanı istemekten, onurumuzu her şeyin üstünde tutmaktan vazgeçmeyeceğimizi göstermek için açlık grevindeyiz." Açlık grevini duyurdukları metindeki bu cümle, yargılamaya, içinde bulunulan haksız duruma ve talebinin içeriğine ilişkin en somut ifade aslında.
Ebru ve Aytaç yaşadıkları adaletsizliği ortaya serecek başka bir yol bulamadıklarını ilan ettiler. Adalet için ölünür mü? Buna evet veya hayır diye cevap verenler olabilir. Ama “İnsanın kendini savunmak için kendine kıydığı da olur” sözü, tarihte çok örneği görülen, yaşadığımız toprakların hiç yabancı olmadığı, hatta en can yakıcı şekilde yaşanmış örnekler ile doğrulandı.
Şimdi (8 Ağustos 2020) Ebru açlığının 159., Aytaç 128. gününde. Bedenleri açlıkla geçen her gün, hücre hücre eriyor. Geçen zaman, ölüm riskini veya kalıcı sakatlık olasılığını ne yazık ki güçlendiriyor. Yarın çok geç olabilir. Ve bu durumda ölüm orucu eylemine ilişkin değerlendirmelerimizin, sürece, iktidarın tutumuna ilişkin düşüncelerimizin hiçbir değeri kalmıyor.
Bizler 150 bin avukat, 2 avukatı hayatta tutmak için onları duymalıyız. Barolar Birliği ve 80 baro başkanı bunu duymalı ve bu sese yanıt olmalı. Baroların işlevine uygun olan tutum budur, demokrasi ve adalet mücadelesi de bunu gerektirir. Avukatları yanlız bırakmamak onları yaşatacaktır. (SB/NÖ)