"Gökyüzünü sanki taze kan gibi kırmızı, güneşi de duvarların üzerinde sanki safran ile boyanmış çarşaflar gibi görürsen bil ki, şehitlerin Efendisi Hüseyin öldürülmüştür." Kummi
Aşureyi sever misiniz? Ben bayılırım çok severim. Aşureye dair süre gelen tartışmalar vardır hani; Aşure aş mıdır (çorba), tatlı mıdır? Aşure sıcak mı yenir soğuk mu? İçine en az kaç çeşit malzeme konur? Aşureye süt konur mu, konmaz mı? Aşurenin yenilişi, yapılışı gibi tarihsel olarak ortaya çıkışı konusunda da pek çok rivayet vardır. Aşure geleneğinin tarihi çok eskidir. Peki nereden gelmiştir bu gelenek? Kimisi Hz İbrahim'e, kimisi Hazreti Nuh'a, hatta Hz Adem'e dahi dayandıranlar vardır.
Derler ki Hz Adem'in bugünde tövbesinin kabul edildiği, Musa Peygamber'in Firavun'un zulmünden bugün kurtulduğu, Hz Yunus'un balığın karnından bugün çıktığı, Hz Süleyman'a “mülkün” bugün verildiği, Hz İbrahim'in, Hz Musa'nın ve de Hz İsa'nın doğduğu gün olduğu… Derler de derler.
Aşura
Sanırım rivayetlerden en bilineni Hz Nuh'un gemisinin bugün de tufandan kurtulduğu, Cudi Dağı'nın tepesine oturduğu ve bu kurtuluş sebebiyle gemide son kalan buğday, nohut, fasulye gibi tahıl ve yiyeceklerden bir çorba pişirildiği ve adına da “aşure” dendiğidir.
Aktardığım tüm olaylar Ay Takvimi’ne göre Muharrem ayının 10. gününde gerçekleşmiştir. Belli ki bu etkileşimler Yahudilerin, Hıristiyanların ve Müslümanların Ortadoğu coğrafyasında bir arada bulunmalarının, kültür ve inanış olarak birbirlerinden belli oranda etkilenmelerinin doğal sonucu olsa gerek.
Aşure Arapçada Aşura şeklinde geçer. Bu kelimenin de 10 sayısı ile ilgili olan “aşr” ve “aşir” kökünden türemiş olduğu söylenir. Ay Takvimine göre Aşure’nin Muharrem'in onuncu gününe denk geldiğini söylemiştik. Bu nedenle aşure günü Güneş Takvimine göre her yıl 10 gün önce gelir ve yıldan yıla değişir.
Kerbela
Takvimler 10 Muharrem 61'i gösterdiğinde -yani şu anki takvime göre 10 Ekim 680- İmam Hüseyin Kerbela çölündeydi, kuşatma altındaydı, savaşıyordu, direniyordu. Karşısında Muaviye'nin oğlu Yezid'in ordusu, onlara su dahi vermiyordu. Ellerinde hiç yiyecekleri kalmadı, içecek bir yudum suları yoktu.
“Bağladılar hep suların yolunu
Soldurdular Fatma ana gülünü”
O gün İmam Hüseyin ve 72 kişi Kerbela'da katledilmişti. Hüseyin, Yezid’in zulüm ve haksızlık üzerine kurulu halifeliğini tanımadığı için onun karşısında durup, direnmişti. O günden sonra Muharrem ayı denilince Kerbela, Kerbela denilince İmam Hüseyin, İmam Hüseyin denilince zulme karşı direniş, şehitlik akla gelir ve Yezid’e lanet okunur:
“Lanet olsun Yezid'e!”
Muharrem ayı Hz Hüseyin'in sevgiyle anıldığı, onun ve Kerbela şehitlerinin hesabının sorulması sözünün tazelendiği bir matem ayıdır. Bu günlerde susuz 12 gün oruç tutulur, gülüp eğlenilmez, düğün dernek kurulmaz, aynaya bakılmaz, üst baş elbiseye önem verilmez, sakal kesilmez, et yenilmez vb. Bu yas ve orucun sonunda “aşure” kaynatılır. Bu aşurede en az 12 çeşit malzeme bulunmalıdır. Bu da 12 imanları temsil eder. Artık 10 Muharrem aşure günü yeni bir anlam kazanmıştır. 680 yılından itibaren İmam Hüseyin evrensel olarak zulüm ve haksızlık karşısında boyun eğmeyenlerin, mazlumların, direnenlerin sembollerinden olur. Siyasal bir anlam kazanır.
Biz aşureyiz
Aşure’nin tarihsel öneminin yanında ben onda bambaşka, yeni bir anlam bulurum. Ben aşureyi büromuza, Halkın Hukuk Bürosu’na; aşurenin içindekileri de büromuz avukatlarına benzetirim. Hepimiz farklı renkte, farklı özellikteyiz. Ayrı ayrı farklı güzelliklere, meziyetlere sahip olsak da aslında bizi biz yapan ortak güzelliğimizdir, ortaklaşa oluşturduğumuz.
Kimimiz Ege'nin inciridir, kimimiz İç Anadolu'nun, Toroslar'ın esmer, kavruk buğday tanesidir. Kimimiz minicik bir kuş üzümüdür, kimimiz çetin bir cevizdir, kimimiz Malatya'nın kayısısıdır, kimimiz Karadeniz'in fındığıdır, kimimiz karanfildir, kimimiz sadece fasulyedendir, kimimiz süs olsun diye sonradan katılmış bir nar tanesidir, kimimiz tuz, kimimiz şekerdir. İşte bu ayrı ayrı güzellikler bir araya gelince o ortak güzellik şekillenir. Ama öyle kolay olmaz. O güzelliği ortaya çıkarmak için yanmak gerek, pişmek gerek, kaynamak gerek. Yandıkça, kaynadıkça ortak aşa özünü vermen gerek, kendinden katman gerek ki aşın tadı güzel olsun. Ki aşureye her şey de katılamaz, katılmak için yanmayı da, özünü vermeyi de göze almalısın. O aş’la, aşk’la bütünleşmelisin. Ki o zaman mutlu da olursun mutluluk da verirsin.
"Fatma Ana'nın gülü"
Ben bu aşureyi “bize” benzetme bahsini içerdeki (tutsak) ve dışarıdaki avukat arkadaşlarıma açtığımda herkesi tatlı bir telaş almıştı. “Peki ya ben neyim, ben neyim?” diye soranlar olmuştu. Dilim döndüğünce benzeyenle ve benzetileni söyledim. Görüş yerine gelen avukat arkadaşlarla birlikte karar verdiklerimiz de oldu. Bu kişi nar olabilir, bu zaten cevizdir, bu kişi buğdaydır, şu şekerdir deyip gülüp eğlendik. Ama cevapsız bıraktığım biri vardı; Ebru, bizim Ebrumuz. Ebru, bizim neyimizdi? Ebru bizim can suyumuzdur. Can vererek candan geçen, aşuremize can katan, olmazsa olmazımızdır. “Fatma Ana’nın Gülü” geçen sene bu zamanlar, aşure zamanı aramızdan ayrıldı. Son günlerinde su içemediğini duymuştuk. Muharrem ayında Evlad-ı Kerbela düştü toprağa, Hüseyin gibi direnerek, dövüşerek. Ebru bizim suyumuzdur; saf, temiz, berrak akar nehirlerce. Ebru bizim suyumuzdur; türkü olur söylenir, şiir olur dillenir, mani olur dizilir.
“Eğer kişi sadece kendisi için çalışırsa ünlü bir bilim insanı, büyük bir düşünür, çok iyi bir şair olabilir ama asla mükemmel bir insan olamaz. Tarih ancak ortak çıkarlar için çalışmış insanların yüceliğini kabul eder.” K. Marx
İnsan öğrettikleriyle, iz bıraktıklarıyla yaşar, yaşatır. Fatma Ana’nın Gülü, Fatma Ana’nın koynundadır şimdi. Rahat uyusun toprağında. Biz ona candan, yürekten bağlıyız. Söz!... Yüreklere düşen ateşleri söndüreceğiz, hem de senin sularınla, senden öğrendiklerimizle. Biz aşureyiz, sen de bizim suyumuzsun. Hak kabul etsin. Halka helal olsun. Direnene, dövüşene, düşene selam olsun!
“Kerbela'nın yazıları
Fatma Ana kuzuları
Kerbela'nın ta içinde
Yatır al kanlar içinde
Şehit olmuş gazileri
Hasan ile Hüseyin'dir
Nur Balkır siyah saçında
Hasan ile Hüseyin'dir”
(EG/AS)