BİYOGRAFİSİNE SIĞMAYAN KADIN
Halide Edip: Şiddete Karşı Çıkmak Güçlü Yanımdır
Halide Edib Adıvar yaşamının bir döneminde tanıklık ettiği savaşı yazdı. İstanbul'un işgali üzerine Milli Mücadele'ye katıldı, ancak şiddetle arasına mesafe koymak için elinden geleni yaptı.
Ateş etmeyi öğrenmiş de olsa cephede bulunduğu süre içinde kimseye ateş etmedi, bunun yerine bir savaş muhabirleri gibi savaşı kayda geçti. Yazdıklarında komutanları yüceltmek yerine isimsiz insanların hikayesini anlatmayı tercih etti.
İpek Çalışlar'ın Halide Edib/ Biyografisine Sığmayan Kadın kitabından alıntılarla 49 yıl önce 9 Ocak 1964'te hayata veda eden Halide Edib'in şiddetle ilişkisini yeniden okuyalım...
1918- İşgal İstanbulu'nda...
Halide, Bebek'ten her vapura binişinde Boğaziçi'ndeki işgal donanmasının önünden geçmek zoruna kalıyordu. İşgal İstanbul'daki hayatı giderek daha fazla etkilemeye başlamıştı. Vapurda bir Rum kadının biletçiye davranışı sinirlerini bozunca, Mahmutpaşa sırtlarındaki eski evine taşınmaya karar vermişti. Bu karar, çocukların şehrin öteki ucundan Robert Kolej'e nasıl gideceklerini düşünmeden, salt İstanbul'un Türk bölgesinde oturmak uğruna verilmişti.
Halide Edib, Ateşten Gömlek romanında işgal altındaki İstanbul'u anlatmış, gördüğü kâbusları Ayşe'nin ağzından yazmıştı. Romanda Ayşe, içinde ince uzun bir yatak olan bir uçakta İstanbul'un üzerinde büyük bir süratle ve durmaksızın uçuyordu. Uçtuğu tayyarenin üstündeki boşlukta bir İngiliz tayyare filosu dolaşıyor, tam da onun karnı üzerine bomba atmaya çalışıyordu. Havada gümbürtüler meydana geliyor, başının üzerindeki bulutlar arasında kırmızı yeşil kanatlı dev gibi at sinekleri uçuşuyordu. Gökyüzündeki bu karmaşanın arasından, tanıdığı bir İngiliz'in çıplak kafası uzanıyordu.
Halide gerçek hayatın da bunun gibi bir kâbusa dönüştüğünü, şiddetin çocuklara kadar yayıldığını fark etmişti. Fazlıpaşa'daki evde, Hıristiyan ve Türk çocukları birbirlerinin mahallerinden geçerken karşılıklı taş atıyorlardı.
Okul epey uzakta olduğundan, onları ancak akşama doğru görebiliyordum. Ancak pazar günleri evde oluyorlardı. Ali Ayetullah artık çok sakin bir çocuk olmuş, yanımda oturup kitap okumaktan müthiş bir keyif alıyordu. Kaba güçten, en çok da kendi yaşındaki küçük çocukların enerjilerini amaçsızca ve budalaca boşa harcamalarından oldum olası nefret ederdi. Hasan Zeki ise bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiye sahipti. Bir dakika bile rahat duramıyor, sürekli bir şeylerle uğraşıyordu. Bacaklarında yara bereler hiç eksik olmuyor, elleri ve yüzü çizikten geçilmiyordu. ... En büyük derdi biraz ufak tefek olmasıydı. Hep uzun boylu ve güçlü kuvvetli bir erkek olmak ister, bu açığını kapatmak için kaslarını alabildiğine güçlendirmeye çalışırdı. ... Doğuştan kavgacı bir yapıya sahip olmasına rağmen, yine de bir şövalyeye yaraşır, neredeyse donkişotvari bir yönü vardı. Bu vasıflarıyla Ali'nin nüktedan yorumlarına sürekli hedef olur, o da bu yorumlara genellikle yumruklarıyla ya da sert karşılıklarıyla cevap verirdi. Ne var ki, ben yanlarındayken sessiz ve uslu durmayı bir şekilde başarırlardı.
Bir pazar günüydü, Dr. Adnan ile eve epey geç dönmüştük. Ali Ayet kapıda bizi bekliyordu. Ona Hasan Zeki'nin nerede olduğunu sorduğumda, kaçamak bir cevap verdi. Daha sonra Ali, Dr. Adnan ile birlikte odasına çıktı... odadan arada sırada kahkaha sesleri yükseliyordu. On dakika kadar sonra, Dr. Adnan odama gelerek, "Sana bir şey söyleyeceğim Halide, ama fazlasıyla ciddiye almandan korkuyorum," dedi.
Bunun üzerine, "Kesinlikle Hasan'ın bir oyunudur bu. Haydi anlat bana," diye atıldım.
"Olay sadece çatışmalarla ilgili. Türk tarafını örgütleyecek birinin olması gerektiğinden hep söz edip durduğumuzu sen de biliyorsun. Eh işte, bu kişi Hasan (Zeki) olmuş. Görünüşe bakılırsa, bir yığın yaveri, albayı vesairesi de varmış. Ali (Ayet) onu en başından beri bu işten caydırmaya çalışmış, ama nafile. Gelgelelim, bugün ciddi denebilecek bir olay olmuş. Önce Hıristiyan takımı bizim tarafı kuşatmış ve Türk çocuklarını gafil avlamış. Bunun üzerine bizimkiler de bir intikam planı hazırlayıp Hıristiyan kesimine hücum etmişler. ...
Yemekten sonra onu alıp odama çıktım ve kapıyı da kilitleyip, onunla uzun uzun konuştum. ... Kapıyı açıp da gitmesine izin verdiğimde ağzından çıkan tek cümle, "Takımımı dağıtacağım, anne," oldu. Sesi bana pişmanmış gibi geldi. [1]
Büyük taarruz öncesinde
27 Ağustos'ta (1922) Konya'daki Hilal-i Ahmer hastanesinin kapısındaydı. Yanında emir eri İbrahim, atı Doru ve köpeği Yoldaş da vardı. Savaş bir gün önce başlamıştı, O gün tren çalışmıyordu, otomobille Afyon'a doğru yola koyuldular.
Sokaklar siyahlı insanlarla doluydu. Bir öbek kadın sokakta durmuş, kumandanın pencerelerine bakıyorlardı. Kadınlarla öpüştüler.
Karargâhtan, Başkumandanın iki kez kendisini sorduğunu söylediler. Halide, Mustafa Kemal Paşa ile Fevzi Paşa'yı bir harita üzerine eğilmiş buldu. "Mustafa Kemal Paşa'nın yüzü, başında yüz güneş birden doğmuş gibi parlıyor"du.
"Safalar getirdin hanımefendi."
"Tebriklerim paşam, nihayet muvaffak oldunuz."
Mustafa Kemal bir kahkaha attı. "Evet nihayet bu işi yaptık. Buraya nasıl geldiniz?"
"Az daha Yunanlıların arasına düşüyordum."
"Ben de bugün Yunanlıların arasına düşüyordum"
"Sizin düşmeniz çok büyük felaket olurdu."
Yine bir kahkaha attı Mustafa Kemal. "Gelin hanımefendi yemek yiyelim." Onun neşesi Halide'yi ferahlatmıştı.
"İzmir'i aldıktan sonra artık biraz dinlenirsiniz paşam. Çok yoruldunuz," dedi. Mustafa Kemal "Dinlenmek mi?" dedi. "Yunanlılardan sonra birbirimizle kavga edeceğiz, birbirimizi yiyeceğiz."
"Niçin? O kadar yapılacak iş var ki!"
"Ya bana muhalefet etmiş olan adamlar?"
"Bu bir millet meclisinde tabii değil mi?"
Meclis'teki muhalefet hakkında Mustafa Kemal çok ağır konuşuyordu. "Bu sözler Mustafa Kemal Paşa'nın mizacının anahtarıdır. Büyük kudrete erişenlerin hepsinde bu vardır," diyor Halide.
Halide, Ağustos'un 30. günü Afyon'daydı. Mustafa Kemal'i Birinci Ordu Komutanı Nurettin Paşa'nın evinde buldu. Nurettin Paşa, kadınların kendilerine çok kötü muamele eden bir Yunanlıyı nasıl linç ettiklerini anlatıyordu. Nurettin Paşa, Halide'nin işkenceye isyan eden, intikamcı duygulardan hoşlanmayan duruşundan huzursuzdu.
Mustafa Kemal Paşa o gece, kendisine ayrılan odayı Halide'ye verdi, kendisi çadırda yattı. Nurettin Paşa'ya da, "Ona Kızılcadere'yi gösterin," dedi.[2] Kızılcadere bir insanlık felaketiydi. Ölü insanlar ve hayvanlar; sahibini arayan köpekler. Halide köpeklere bakakalmıştı. Nurettin Paşa onu aşağılayarak, "Onbaşı bu serseri köpekleri bırak da gel buradan bir tüfek seç," dedi.
İki halk birbirini boğazlıyor, her yer yanıyordu. Sabah yanmış köylerden geçip Uşak'a gittiler. 200 kişi öldürülmüştü, içlerinde kadınlar da vardı.
Aynı sıralarda General Trikopis teslim olmuştu. Halide, Türk komutanlarla Yunanlı esir komutanların bir masa etrafındaki konuşmalarına tanıklık etti. Ertesi gün Alaşehir'e doğru yola devam ettiler. İki taraf da ölülerini gömmeye vakit bulamıyordu. Yol boyunca, yangın yerleri ve akıllarını yitirmiş pek çok kadınla karşılaştılar. "Halkın içinde korkunç bir kin hissediliyor. Cehennem dünyaya gelmiş gibi. İki millet, birisi yakıp yıkmış, ötekisi kurtarmak için hareket halinde. Hiçbirisi öbür tarafa zerre kadar merhamet göstermiyor."
Yaşayan, konuşan Halide ile durmadan kendini ve etrafını eleştiren Halide, iki ayrı şahsiyet gibi içindeydi. Düşünmeden edemiyordu; milletler, ırklar daima öldürmek, yakmakla meşguldü. Yüzleriyle dilleriyle insan olan bu cins, öldürme içgüdüsü olmayanlara daima yabancıydı. Bu cinsten ayrılmak, kurtulmak istiyordu. "İçimdeki gayız [hınç] değil, kin değil, insanlıktan nefretti." Bu düşünceyle ayağa kalktı. Bir ses duydu:
"Hasta gibisiniz onbaşı. Alın şu sigarayı için. Size iyi bir haberim var. Ben terfilerin listesini yapıyorum. Siz çavuş oldunuz."
Konuşan genç bir zabitti. Halide, kendisine ayrılan pis odaya gitti, Mustafa Kemal'in emir eri Ali Rıza üç mum dikmiş köşeye de yatağını hazırlamıştı. Gördüğü merhametsizlik onu bunalıma sokmuştu. Bir lokma bile yemek yemek istemedi. Terfi haberi birden kulağına saçma gelmişti.
İçinde uyanan intihar kararını, savaşta yaşamını yitiren dostu Nazım'ın hatırasıyla yatıştırmaya çalıştı. İçindeki ses, "Bu korkunç sahneyi ebediyete kadar götürmek doğru mu?" diye onu uyarıyordu. Bitişikten gülüp şarkılar söyleyenleri duyuyordu. Gördükleri sonunda Halide'yi hasta etmişti. İntihar etmek istiyordu. Bitişikten gelen su sesini dinledi. Hamam vardı duvarın ötesinde. Odasının da bir hamamı vardı. Bulundukları yer bir kaplıcaydı. Çırçıplak soyundu, uzunca bir süre sıcak suyun altında durdu. Ardından üniformasını ve botlarını giyip yatağına uzandı. İnsanların içindeki öldürme duygusuna takmıştı kafasını. Aklını oynatmak üzereydi.[3]
Halide'yi sabah, gidiyoruz, diye uyandırdılar. Yol vahşet sahneleriyle doluydu. Salihli'de paşalar, İzmir'e girmek için yapılacak hazırlığı konuşuyorlardı.
Yeniden yola düştüklerinde ortalık korkunç suratlı yağmacılarla dolmuştu. At sırtında aç mideyle uzun bir yolcuktan sonra sabahın dördünde Nif'e ulaştılar. Halide, Doru'dan indiği an kendisinden geçmişti. Mustafa Kemal Paşa'nın çavuşunun sesiyle kendine geldi. "Gelin, paşanın berberinin yattığı bir oda var. Onu çıkarıp sizi oraya koyayım," dedi birisi.
Halide çizmeleri ve mahmuzlarıyla yatağa uzanıverdi.
"Zafer Alayında Gitmek İstemem"
Sabah kahvaltısında Mustafa Kemal Paşa, "Bugün İzmir'e gireceğiz," dedi. "Bir zafer alayında gitmek istemem, teşekkür ederim."
Mustafa Kemal kararlıydı. "Geleceksiniz hanımefendi!"
Öğle vakti zeytin dallarıyla süslenmiş beş otomobille İzmir'e hareket ettiler. Askerler otomobil konvoyunun yanında yürüyor, Halide onların arasında olmadığına esef ediyordu.
Şehrin kapısında bir süvari alayı tarafından karşılandılar. Kaldırımlarda askerler ve insanlar yürüyor, kılıçlar parlıyordu. Binlerce ağızdan yaşa sesleri yükseliyordu. Halide, "Mustafa Kemal Paşa o gün mukaddes bir semboldü," diyor.[4] Kafile İzmir Rıhtımı'na ulaştığında, günlerden 9 Eylül'dü.
Ne var ki savaş hâlâ bir şekilde sürmekteydi: Kadifekale'de çatışmalar olduğu, Ermeni mahallelerinde pencerelerden bombalar atıldığı söyleniyordu.
Karşıyaka'da karargâh olarak iki ev seçilmişti. Yerleştikleri evde iki yaşlı kadın Mustafa Kemal'e bir ana gibi bakıyorlardı. Halide Ankara'daki evini özlediğini anladı. Kendisini içinde kütükler yanan ocağının önündeki keçi postunda uzanmış yatarken hayal ediyordu.
Topal Osman Halide'ye öfkeliydi
İzmir'in işgaliyle başlayan olağanüstü günler, şehrin geri alınışıyla sona ermişti. Savaşın sonu gelmiş, Halide oğullarına kavuşacağı anı hayal etmeye başlamıştı. Biraz küskün bir ruh hali içinde Mustafa Kemal'den bir görev bekliyordu. Erkek meclisinde farklılıklarıyla var olma gayreti içindeki Halide, idam cezasına karşı çıkmış, iki buçuk yıl omzundan indirmediği tüfeğinin tetiğini çekmemiş, İzmir'e giren "fetih alayları"nın parçası olmak istememişti. Hatta Nevinson'ın yazdığına göre, İzmir'de Rumları kurtarmak için çabalamıştı.[5] Halide Edib savaş meydanlarının vicdanı gibiydi, çevresindekiler, "Eyvah şimdi Halide Hanım yine ne diyecek" türünden bir endişeye kapılırlardı. Milli mücadelenin en acımasız isimlerinden Topal Osman, İzmir geri alındıktan sonra Buca'da karşılaştığı Falih Rıfkı'ya "Ah Mustafa Kemal Paşa o kadını bana verse de karşı koymak nedir, ona göstersem..." diyordu.
"Bahsettiği kadın Halide Edib Hanım'dı. Karşı koymak dediği şey de, Halide Edib Hanım'ın her türlü şiddet hareketlerini önlemek için Başkomutan ve cephe kumandanından daimi dileklerde bulunması idi," diye yazıyor Falih Rıfkı.[6]
Kılıç Ali'nin anılarında, Halide'nin casusluk kuşkusuyla yakalanan bir Hintli Müslüman'ın idamını durdurmak için İsmet Paşa'yı harekete geçirdiğini, bu yüzden ortalığın karıştığı yer alır.
"Şiddete karşı çıkmak güçlü yanımdır"
Bir keresinde Saruhan [Manisa] mebusu Vasıf Bey, Halide Edib'e "Şiddete dayanamayan yufka yüreğin Paşa'nın hoşuna gitmiyor" demişti. Şiddetten tiksinmemi, bir insana intikam ya da cezalandırma amacıyla eziyet edilmesini kabul edilmez bulmamı Mustafa Kemal önemli bir zaaf olarak görür, bundan başkalarına da söz ederdi.
Vasıf Bey'e cevap olarak şöyle dedim:
"Paşanın zaaf olarak nitelediği şey, benim en güçlü yanım. Dünyanın genel eğilimi şiddetten yana oldukça, şiddeti teşvik etmek için cesarete ihtiyaç yoktur. Tek başına şiddete karşı çıkmak ise güçlü olmaktır. [7]
Vasıf Bey'le konuşurken böbürlendiği için de sonradan pişman olmuştu. (İÇ/BA)
[1] Edib, The Turkish Ordeal, 1928, s. 53-58
[2] Türkün Ateşle İmtihanı 266-271
[3] Türkün Ateşle İmtihanı.279-80
[4] Edib, The Turkish Ordeal, 1928, s. 381
[5] H.W. Nevinson, "Fire of Life", 1925, s.244-245
[6] F. R. Atay, Çankaya, 1969, s. 264
[7] Edib, The Turkish Ordeal, 1928, s. 357