Güneydoğu’nun duvarlarını çökerten gazeteci Celal Başlangıç…
Amin Maalouf, sırtına yüklendiği kökenini, dilini, inançlarını, kuşkularını, bir arada yaşama düşlerini yüklenmiş olarak gelmişti. Yazdı, yazıyor.
Eli boş gelmemişti, tiksinti duvarını çökertmek için yazılarını ve yaşamını getirmişti.
1635 yılında kurulmuş olan Fransız Akademisinin 40 koltuğu var... Yaşam boyu seçilen 40 üyeden sadece bir üye öldüğünde yerine yenisi seçilebilir. Bu kuraldan dolayı Akademi üyeleri “ölümsüz” (“immortel”) olarak adlandırılır.
2011 yılında Amin Maalouf 29. koltuk sahibi Claude Levi-Strauss’un yerine Fransız Akademisi’ne seçildi. 14 Haziran 2012 Perşembe günü Akademi üyelerine yaptığı konuşmasını şöyle bitirmişti:
“İnsan sizinki gibi bir aileye kabul edilme ayrıcalığına eriştiğinde, eli boş gelemez. Hele benim gibi Levanten bir konuk olduğunda, eli kolu dolu gelir. Gerek Fransa’ya gerek Lübnan'a karşı duyduğum minnetle, iki yurdumun bana verdiği her şeyi de yanımda getireceğim: Kökenlerimi, dillerimi, aksanımı, inançlarımı, kuşkularımı ve her şeyden çok uyum, ilerleme ve bir arada yaşama düşlerimi.
Bu düşler bugün suya düşmüş görünüyor. Övünç duyduğum kültürler arasında bir duvar yükseliyor Akdeniz'de. Benim isteğim bir yakadan ötekine geçmek için bu duvarı aşmak değil. Bu -Avrupalılar ile Afrikalılar, Batı ile Müslüman âlemi, Yahudiler ile Araplar arasındaki-tiksinti duvarını çökertmek, yerle bir etmeye katkı sağlamak istiyorum ben. Yaşama nedenim, yazma nedenim her zaman bu oldu ve bu işi Topluluğunuzda da sürdüreceğim. Büyüklerimizin bizi gözettiğini bilerek. Levi-Strauss'un aydınlık bakışlarını üstümde hissederek.”[i]
İki yurdunun ona verdikleriyle birlikte yaşama ve yazma nedenini anlatan Amin Maalouf’un düşleri, bugün suya düşmüş görünüyor. İnsanların kökenleri, dilleri, inançları ve kuşkuları ayrı olsa bile bir arada yaşama düşleri gerçek olamaz mı?
Olmuyor ve olamadı! Edebiyat savaşları durdurmadı… Barışa katkısı olmadı.
Bu topraklar üzerinde yayımlanmış haberler, kitaplar, yazılar Güneydoğuda çatışmaları durduramadı.
Bir arada yaşama düşlerini kuran gazeteciler gelmişti, onlar birer birer gidiyor!
Celal geldi…Bir ömür tek kelimeye sığar mı diye sorarsanız, evet sığar.
Celal Başlangıç’ın yaşadığı ömrü tek kelimeye sığdı. Gazeteci…
Yaşama ve yazma nedeni vardı. Ömrünü, yazılarını, haberlerini, düşlerini, inançlarını yüklendi sırtına. Yaşadığımız coğrafyanın kader olmadığını yazdı, insanları yazdı!
Henüz haberlerin web sitelerinden alınarak, aynı haberleri haber diye yazmanın icat edilmediği yıllardı. Gazeteciler haber yazmak için haberin olduğu yere gidiyordu eğer habere gidilirse haberin haber olabildiği yıllardı.
Haberin olduğu yerde olayları görmek ve yazmak vardı!
Haber peşinde koşan gazetecilerin haberlerinin yayımlandığı yıllarda yazdıkları yaşadıklarımızdı!
Gazetecilerin cesaretli haberciler, genel yayın yönetmenlerinin gazetecilik yaptığı yıllardı.
Zor meslektir gazetecilik. Güneydoğu’da gazetecilik yapmak çok daha zordur.
Gazeteci Celal Başlangıç’ın “defterleri” ve defterlerinde yazılı “notları” vardı.
Güneydoğuda 1984 yılında Eruh’un basılması ve Hakkari’de sekiz erin öldürülmesiyle başlayan olayların ardı arkası kesilmemişti. Gazetecinin notları da biriktikçe birikti… Tek tek haber oldu, gazetelerde ve kitaplarda yayımlandı.
Tel boyunda yaşayanların kökenlerini, duygularını, inançlarını ve “insan” olduklarını insanlara anlattı. Kapıyı araladı ve sonuna kadar açtı, cesaretliydi…
Celal Güneydoğu’nun kapısını açmış, Kürtleri anlatıyordu. Kapı bir daha kapanmadı!
Haberlerinden, kitaplarından çok yargılandı.
Dedi ki; “1984’te Eruh’un basılması, Hakkari’de sekiz erin öldürülmesiyle başlayan olayların ardı arkası gelmedi…1987’den sonra da bir gecede onlarla, yirmilerle, hatta otuzlarla öldü insanlar. Artık herkes anlamıştı olayların üzerine sopayla gitmenin çözüm olmadığını. Dağlardaki binlerce askere, özel time, on beş bine yakın korucuya karşın yaşanan terörün ardı arkası gelmedi. İnsanları zorla, baskıyla, sopayla olduğundan başka dinde, ırkta ya da cinsiyette yapmak da pek öyle olanaklı değildi. En azından geçen zaman içerisinde bu da anlaşılmıştı.”
“Tutmaya çalıştığım notlar “insana” yönelikti. 1980’li yılların sonuna doğru, Güneydoğu insanı ne düşünüyor, nasıl yaşıyordu? Gördüğü baskılar, işkenceler nelerdi? Eğitimleri, kültür düzeyleri; özgürlükleri, tutsaklıkları; umutları, umutsuzlukları neydi; nasıl geçiniyorlardı?.. Günümüze yönelik sorunsalı insanlar özelinde aktarmaya çalışırken, geleceğe yönelik sorular da kendiliğinden oluşuyordu”[ii]
“Korku Tapınağı” isimli kitap yazdı. Tanıklıkları tarihe kalsın istedi. İstediği oldu.
Bu kitapta; “Bir katliama yolculuk” bölümünde; 15 Ocak 1996’da Güçlükonak’ta 11 kişinin bir minibüste taranarak öldürülmesi olayı ve sorumluların kimler olduğunu yazdı.
“Silopi’de Kayıplar ve Şırnak Cumhuriyeti” adlı bölümde; HADEP Silopi İlçe Başkanının İlçe Jandarma Komutanlığına gittiği andan itibaren hakkında haber alınamadığı, bölgede korkunun giderek yayıldığı, Gaffar OKKAN suikastının “JİTEM” adında bir örgüt tarafından yapıldığına ilişkin yaygın bir inanç olduğu anlatılmıştı.
“Lice’nin Çığlığı”; Lice’nin birkaç kez yakılıp yıkıldığı ve 22 Ekim 1993 tarihinde askerler tarafından toplar, helikopterler ve otomatik silahlarla tarandığı bölümdü. “Tunceli Yarı açık Cezaevi” adlı bölümde; İl’de askerler tarafından, yargısız infazlar, gözaltında kayıplar, eşi benzeri görülmemiş gıda ambargosu uygulandığı anlatılıyordu. Kitap hakkında toplatma kararı verilmişti.
Ardından ceza davası açıldı. Devletin Askeri Kuvvetlerinin tahkir ve tezyif edildiği iddiası ile TCK’nin 159.maddesinden (yeni TCK karşılığı Madde 301) gazeteci Celal Başlangıç’ın cezalandırılması talep edilmişti.[iii]
Kitabın “Başlangıç” bölümüne şöyle yazmıştı: “İstedik ki, bir gazeteci olarak tanıklıklarımız yarınlara kalsın. İstedik ki, korku tapınaklarında yaşanılanlar, bize sunulan yalancı dünyaya inananların kafasına bir kez daha dank etsin. İstedik ki, düne ilişkin tarih müsveddeleri, yarın korku tapınaklarındaki korkulu rahiplerin yakasına yapışsın... ve bir gün , “neler yaşandı bu korku tapınaklarında” diye soranlar, ellerinde somut bir gerçek tanıklık bulsunlar. İstedik ki, daha aydınlık, daha demokratik, daha özgür günlerde bütün korku tapınağı rahiplerin yakasına yapışılsın”
Yazar; amacını açıklamıştı. Kitapta askeri kuvvetleri tahkir ve tezyif yoktu. Devletin askeri kuvvetlerine hakaret etmek gibi kastı olmayan ve sadece yaşanmış tarihsel olaylardaki acıyı aktaran ve bir belgesel yaratan gazeteci yazar Celal Başlangıç hakkında beraat kararı verildi.
90'ların İşaret Fişeği: Yeşilyurt Köylülerine Yedirilen Dışkı” haberin başlığı…
Yazan Celal Başlangıç...
Yıllar sonra yazdığına göre “Aslında güvenlik güçlerinin, Kürt köylülerine ilk dışkı yedirme olayı değildi bu, ama olay gerçekleştikten hemen sonra, sıcağı sıcağın yazılan, uzun bir mücadele süreci sonucunda sorumlusunun mahkûm edildiği ilk olaydı bu.”
14-15 Ocak 1989 tarihinde Yeşilyurt köyüne gelen güvenlik güçlerinden şikayetçi olan köylülerin Savcılığa verdiği el yazması dilekçesiyle başlayan serüveni yazan Celal Başlangıç köylülerle bir markette toplanır ve sorar:
“Karanlıkta bir daha yüzlerine baktım. Okuduklarıma inanamıyordum. üstüne basa basa sordum:
"Size insan pisliği mi yedirildi?"
Sekizi birden kafasını salladı:
"Evet, hepimize birden insan pisliği yedirilmiştir."
(…) Ama onlar sadece 14-15 Ocak gecesi başlarına gelenleri bir dilekçeye yazıp önce Cizre Cumhuriyet Savcılığı'na, ardından Cumhurbaşkanlığına [Kenan Evren], Anavatan Partisi (ANAP), Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP), Doğru Yol Partisi (DYP) genel merkezlerine, İçişleri Bakanlığı'na [Mustafa Kalemli], Genelkurmay Başkanlığı'na [Necip Torumtay], İnsan Hakları Derneği'ne göndermişler, bu baskı belki bir gün biter diye.
12 Eylül'den bu yana hiç boş bırakılmamış Yeşilyurt köylüleri. "Korucu ol" baskısı, "Bize silah teslim etmezseniz..." tehdidi, gece baskınları, gündüz baskınları... 12 Eylül 1980'de 120 ev ve yedi mezrasıyla Cizre'nin en büyük köyü olan Yeşilyurt'ta ev sayısı 80'e inmiş. Onlar yıllardır yaşadıklarını değil, sadece bir gece başlarına gelen utanç verici öykülerini son bir umutla duyurabileceklerine inandıkları her yere dilekçe yazıp göndermişler.”
Bütün bu olup bitenler nasıl yazılır, nasıl haberleşir, kim yayımlar?
Haberin öyküsünü T24’te 03.05.2024 tarihli yazısında Hasan Cemal yazdı
Haberi yazan ve sözünü tutan gazeteciler
90'LARIN HAK MÜCADELELERİ/ CELAL BAŞLANGIÇ
90'ların İşaret Fişeği: Yeşilyurt Köylülerine Yedirilen Dışkı
Haberin öyküsünü bir de devletin gözünde “vatan haini” ilan edilen Celal Başlangıçtan dinleyelim…
"Bir kazaya kurban gitmemek" için yazıyı bölgeden ayrıldığım gün yazdım. Ancak, 1989'un ocak ayında "Yeşilyurt köylülerine asker dışkı yedirdi" diye bir haber girebilir miydi? Bu soruya "Evet" demek pek kolay değildi. Bu yüzden haber olarak değil de izlenim olarak yazdım. Dışkı yedirme olayını yazının sondan bir önceki paragrafına deyim yerindeyse "gizledim". Başlığını da "Münferit bir işkence öyküsü" diye attım.
22 Ocak 1989 tarihli Cumhuriyet'te, birinci sayfadan tek sütuna anonslanarak yayınlandı yazı.
Ancak korktuğum başıma gelmişti. Sondan bir önceki paragrafa gizlediğim "dışkı yedirme" olayı, köylülerin bu konuyla ilgili anlatımları tümüyle çıkartılmıştı yazıdan.
O zamanlar böyle durumlarda akla ilk gelen soru "Bu mesleği bırakmalı mı artık?" oluyordu. Değişik duyguların git-gelinde yaşarken telefon çaldı Arayan Genel Yayın Müdürü Hasan Cemal'di. "Yazın çok güzel olmuş eline sağlık" diyordu.
Durumu anlattım, atılan bölümü aktardım ve artık gazetecilik yapmanın pek anlamlı olmadığını, bu yüzden istifa etmeyi düşündüğümü söyledim. O da şaşırmıştı. "Köye bir daha girer misin?" dedi. Hiç tereddüt etmeden “Evet" deyince, "Sen köye git, ben de manşet yapacağım" diye söz verdi.
Cumhuriyet'in Adana'daki bürosunda yeniden Yeşilyurt'a gideceğimi duyan herkes aynı görüşte birleşiyordu: "Gitme, senin vururlar." (…) Hemen Tahir Vesek'i aradım "Biz geliyoruz" diye. Daha bu telefonun üzerinden yarım saat geçmemişti ki Vesek, Cizre'den soluk soluğa arıyordu. "Senin telefonun ardından bana 'faili meçhul' bir telefon geldi. 'Gelmesin, vurulacak' diye." (…)
24 Ocak 1989 tarihli Cumhuriyet'te tüm ayrıntılarıyla yayınlandı Yeşilyurt köylülerine dışkı yedirme olayı. Hem de manşetten. Hasan Cemal sözünü tutmuştu.
Her ne kadar gerek ulusal gerekse de uluslararası hukukta haberimizin doğruluğu tescil edilse de bugüne kadar verilen her brifingde hem Genelkurmay'ın koridorları hem de kulaklarım çınladı hep "vatan haini" diye.”
Nazım Alpman 4 Mayıs 2024 tarihli Birgün’de yayımlanan yazısında yazdı:
“Hiçbir çabası boşuna değildi. Gazeteciliğin en parlak örneği oldu. Giderken de çok anlamlı bir günü seçti. Celal Başlangıç Dünya Basın Özgürlüğü Günü olan 3 Mayıs’ta veda etti!”
Nazım gerçekleri yazar, gazetecidir. Gerçekleri eğip bükmez. Yazdıkları sahicidir, inanırım.
Bende bunun üzerine yargılaması süren bir davasına bir dilekçe yazdım: “Mahkemenizde devam eden davada sanık olan MEHMET CELAL BAŞLANGIÇ 03.05.2024 tarihinde Almanya'da vefat etmiştir.”
Gazeteciydi, dilim varmıyor olanı söylemeye.
Gerçekleri yazan gazetecilerin haberlerindeki, yazılarındaki gerçek keşke yalan olsa...
Ömrünü, yazılarını, haberlerini, düşlerini, inançlarını yüklendi sırtına…
Yaşadığımız coğrafyanın kader olmadığı yazdı, insanları yazdı...
Sonra, gazeteci gitti.
[i] Amin Maalouf. Fransız Akademisi’ne Kabul Konuşması ve Jean – Chiristophe Rufin’in Yanıtı. Konuşmalar. Çeviren Orçun Türkay. YKY. 2017
[ii] Celal Başlangıç. Telboyu İnsanları. Güneydoğu -2.Boyut Yayınları. 1. Basım Kasım 1989
[iii] İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi Dosya No : 2001/407
(Fİ/AS)