Diyarbakır’ı, Diyarbakır’ın Sur ilçesini, Sur’un yasaklı mahallelerini, o mahallelerdeki savaş manzaralarını anlat(a)mayacağım; anlatamayacağım çünkü yasak dün kalktı ve henüz gidip yasaklı mahalleleri görme imkânım olmadı.
Ancak yasak Sur’un bazı mahalleleriyle sınırlı olsa da, Sur’da yaşananlar, kentin tamamını etkisi altına almış durumda.
Sur esnafının isyanını anlatmayacağım ki yaşananlar kentteki tüm esnafı olumsuz etkiliyor.
Sur’da yevmiye ile çalışan insanların “Kiramı nasıl ödeyeceğim?” kaygısını da anlatmayacağım.
Sur ilçesindeki Balıkçılarbaşı Minibüs Kooperatifi’ne bağlı minibüslerin satışa çıkarılmasından da bahsetmeyeceğim.
Sur’daki tarihi “Kurşunlu Cami’yi kim yaktı?” sorusuna da cevap yetiştirmeyeceğim.
Bunlar elbette anlatılmaya, yazılmaya değer şeyler ancak daha önemli bir şey var ki artık Diyarbakır’da insanlar sokağa çıktığında “Ölebilirim” kaygısı taşıyor!
Diyarbakır’da insanlar artık evin dış kapısından çıkmadan önce havayı şöyle bir kokluyor, biber gazı var mı diye; dışarıya kulak kabartıyor eylem var mı, çıkarken kafama bir biber gazı kapsülü yer miyim diye.
Cizre, Nusaybin, Yüksekova, Silvan, Sur… Onlarca sivil kurşunlanarak katledildi. Günlerce süren sokağa çıkma yasakları boyunca hayat, savaşa teslim edildi. Nasıl böyle bir korku yaşanmasın ki?
Bugün biri bana Diyarbakır’ı sorsa ne derim biliyor musunuz?
“Annemin günde on kez “Oğlum nerdesin?” diye sormasıdır Diyarbakır!” derim.
Bugün biri bana Nusaybin’i sorsa, kadınların ellerinde beyaz bayraklarla cenaze taşıdıkları görüntüyü izletip ben sorarım; Nusaybin Türkiye’nin siyasi sınırları içinde değil mi? (BA/HK)
Fotoğraflar: Ömer Yasin Ergin - Diyarbakır/AA