Gezi’den beri rıza üretebilme yeteneğini yitiren ve o andan itibaren geçmişine öykünerek ayakta durmaya çalışan ama aslında yaşayan bir ölüye dönüşen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin azalan takatini Covid-19 pandemisi iyice güçten düşürdü.
Ancak muktedirlerin takatten düştükleri oranda cezalandırıcılıklarının da arttığını biliyoruz.
Öyle ya bir gün iktidar koltuğuna oturma hayalleri yaşayan potansiyel muktedirin ötekine olan ihtiyacı ya da güçlendiği zaman ötekini ve onun gücünü önemsiz gören muktedirin kibri rızayı göreli de olsa var eder.
Ancak yokuş aşağı gittiğinin farkına varanın elinde kalan tek güç “zor”dur.
Tıpkı bugün bu topraklarda yaşandığı gibi...
“Yeni Türkiye” masalı
Gelgelelim böylesi bir güçsüzlük ortamında Covid-19 pandemisi muktedirin kurduğu dünyanın tüm eşitsizliklerini, tüm çarpıklıklarını, tüm insafsızlıklarını faş ediyor.
Düzenli test taramasına tabi tutulanlar, komşusuna “jest” olsun diye test ısmarlayanlar, hastanelerde VIP hizmeti alanlar bir yanda, ölüm rakamlarını yükseltmesin diye adeta cezaevi gibi eve kapatılanlar, yakınması olsa da teste ulaşamayanlar, gözleri yollarda günlerce filyasyon ekibi bekleyenler, bir hastane yatağı bulabilmek için onlarca kapı çalanlar diğer yanda...
Akıllı evlerinde “home office” çalışabilenler, çocuklarına korunmuş okullarda yüzyüze ve sanal eğitimin bütün olanaklarını sunabilenler bir yanda, çocukları tarlada, kendileri virüs içerisinde karın tokluğuna çalışmaya mahkûm olanlar diğer yanda...
Bulundukları illerde Kürt sorununun katmerleştirdiği Covid-19 ortamından azade yaşamaya çalışabilenler bir yanda, pandeminin sorunlarını Bölge’de katbekat fazlasıyla yaşayanlar diğer yanda...
Uzun sözün kısası; SARS-CoV-2, onca yıldır hepimizi anlatılan “Yeni Türkiye” masalının tıpkı Covid-19 verileri gibi gerçekliği yansıtmadığına işaret ediyor.
Mızrak ve çuval
Türk Tabipleri Birliği’ne yönelen öfkenin altında da aslında bu durum yatıyor. Çünkü mızrağın çuvala sığmadığı bir andayız. Ya adına Türkiye denilen toprağı hepimizi içerisine alacak biçimde yeniden tanımlayacağız, üstümüzü – başımızı bu toprağın nimetleriyle örtüp ayazda donmayacağız ya da elimizde afişe olmuş mızrağı bir “günah keçisi” yaratarak ötekine saplayacağız.
Kuşkusuz muktedirin arzusu; mızrakla ölümcül yara alacak “günah keçisi”nden ibret alıp ahalinin yeniden susmayı seçmesi, anlattığı masala inanmasa da inanmış gibi yapması.
Ama ahali pek susacak gibi değil. Çünkü virüs kapıda, test yok, ilaç gelmiyor, yatak bulunmuyor, çalışmak karın doyurmuyor, Covid-19 ateşi can yakıyor...
Hal böyle olunca da elde kalan tek umut aşı oluyor. Koruyucu hekimliğin unsuru olan aşı, salgının sonunun geldiğini ve güneşli güzel günlerin yaklaştığını anlatan bir hikâye anlatıcısına dönüşüyor: Bu tarafta da, öte dünya Trump’ın Amerika’sında da...
Aşı masalı da yetmezse hastalanan, ateşi çıkan, her bir yanı sızım sızım sızlayan, nefesi kesilen hasta “suçlu” olarak damgalanıp sürülüyor siyaset sahnesine. Her şey maskenin doğru takılıp takılmamasına indirgeniyor. Şansı yaver gittiği için iş bulan ve güneşin altında saatlerce kan ter içerisinde kaldırıma kilit taşı yerleştiren işçinin, günde 50 TL ücret verilerek izin adı altında eve gönderilmiş çalışanın, kayıt dışı alanda tüm hak ve tazminatlardan azade biçimde işten atılmış prekaryanın yüzü maskenin altında kayboluyor.
Yüzsüzleşiyor, isimsizleşiyor.
“Yeni Türkiye” rejimi tarafından atıklaştırılıp çöpe atılıyor...
Ne de olsa her şey muktedirin ikbali için!
***
Ama unutmadım aklımda, ne demişti Turgut Uyar:
“Hep böyle süreceği sanılır bir gül hikayesinin,
Hep böyle sürer gerçi ama bir gün sonu değişir.”
(NÖ)