Bazen hayat beklemekle geçer. Neyi beklediğini bilip, ne zaman geleceğini bilmeden. Belki de bilmediğini bile bilmeden.
Bir gün yaşanacak vuslatın heyecanının her beklenen gün azaldığı bir bekleyiştir bu. Ömür törpüsü gibi yaşamını ve umudunu mum gibi eriten bir bekleyiştir bazen geçip giden günler.
Yanlış zamanlarda, yanlış kişiler için beklenen anın geldiğinin zannedildiği bir bekleyiştir kimi zaman; hayat. Yaşadığın topraklara muktedirlerce nakşedilen “güvercin tedirginliği”nin, berikiyle yaşanacak vuslatla sona ereceğini zanneden iyimser ama gerçekçi olmayan bir bekleyiştir kimi zaman ömür.
En acısı da beklenen berikinin geldiğinin zannedildiği bir zamanda, guguklu saatin ardındaki aile sırrını dahi paylaşabilecek bir körlükle bekleyiştir. Yaşanan ilk aşkın ve yaşanan ilk hayat kırıklığının tüm yaşamı esir alacak kadar etkili olabilecek bir bekleyiştir kimi zaman hayat.
En mahremini paylaştığın berikine yönelen altı patların sesinde ya da onun bir parçası olarak bedeninde büyüyen çocuğun çığlığında yanı başındaki başka kimseleri, başka gözleri, başka sesleri göremediğin bir bekleyiştir bazen hayat.
Matilda’nın bekleyişi gibidir bazen yaşam.
Umalım ki her bekleyiş, “Nerdesin sen, nerdesin?” yanıtıyla biter bir gün. Umalım ki her bekleyen, kendisini bekleyeni görür bir gün bu hayata gözlerini kapamadan.
Bazen sürükleniştir hayat; nereye gittiğini bilmeyen, ama nereye gitmemesi gerektiğini bilen bir sürükleniş...
Geçmişin gölgesinin insanın üstüne düştüğü, kaçsa da kurtulamadığı bir baba imgesinin çıkmaz kir gibi yakasına yapıştığı bir sürükleniştir kimi zaman ömür.
İlk sevgili anneye olan umutsuz aşkı sona erdiren, hepimizi büyütüp kendi ayaklarımız üzerine basmamızı sağlayan “babanın adı”nın kötülükle mütemmiz cüz haline geldiği, yaşamın bu kötülüğü tekrar etmemeye indirgendiği bir yok oluşa dönüşen bir hiçliktir bazen günler.
O hiçliğe sürükleniştir ki; bağlanmanın baba olmak anlamına geldiğini zannettiren, sevdiğine bir kez olsun adı ile seslenmesini önleyen ve sevdiğinin bedeninden kendisine yönelen çocuğunun istemediği babalık gömleğini giydireceğinden korkarak evleneceği gün dahi kendisine gömlek değiştirten. Beyaz, bembeyaz, kolalı gömleklerin kendisini temiz tutacağını düşündüren.
Oysa Cadde-i Kebir’de devlet babanın kışkırtmasıyla bindirilmiş kıtalar olarak ortaya çıkanlara karşı çıkıp orta yerde dayak atılanlarla birlikte meydan dayağı yediği an istese de hiçbir zaman baba olamayacağını görebilirdi Fıstık İsmet. Bembeyaz gömleğinin kendi kanıyla kirlenmesi, Cadde-i Kebir’de yaşanan ve ülkenin utanç tarihine kazınan pogromdan kendisini azade tutabilmesinin kanıtıydı aslında. Tıpkı Rum esnafları kendi ev ve dükkânlarına alıp kapılarını kapatıp kepenklerini indiren Türk ve Müslüman kimi esnaflar gibi.
Ancak gelin görün ki biyolojik babasının imgesel ağırlığı onun taşıyamayacağı kadar ağır bir yüktü. Onca yıl hiç kimseye bağlanmadan sürdürülen sürükleniş onu hiç hak etmediği biçimde Matilda ve Raşel’in karşısında, yığınların safında kalmasına yol açtı. Fıstık İsmet’in finali, yaşamı boyunca aşamadığı biyolojik ve devlet babasının yıkıntıları üzerine çökmekle son buldu ne yazık ki.
Bazen hayat başka türlü bir hayatın var olabileceğidir. Kötülüğün mutlak olmadığının, yer – zaman – mekânın kötülüğü belirlediğinin, toplumsal ilişkilerin kötülüğü şekillendirdiğinin kanıtıdır.
Bazen hayat direniştir. Tacize, tecavüze, yok edilmeye sürüklenirken dahi başını eğmemek, ölümü göze alıp direnmektir bazen ömür.
Toprağa dayalı feodal üretim biçiminden sanayi ve hizmet sektörü üzerinde şekillenen kapitalizme geçen genç Cumhuriyet’te hayalleri, umutları, korkuları ve kaygılarıyla taşı toprağı altın diyerek İstanbul’a göç eden Hacı ve Bahtiyar’ı pek muhtemelen Haydarpaşa Garı’nın merdivenleri karşıladı. Bir yanda ataerkil kültürün insanı ve en çok erkeği ezen kültürü, diğer yanda insanı değersizleştiren amele pazarı, pis işler erbabı Ali Şeker ve Tasula.
O Tasula’lar ki; hayatta özne olarak var olabilen, emeğiyle geçinerek kendi ayakları üzerinde duran, istediği zaman ve yerde istediği ile birlikte sevişen, istemediğine hayır diyebilen kadınlardı.
Bahtiyar’ın zehirli erkekliği, eşit ve özgür bir hayatı kendi elleriyle kuran Tasula’nın karşısında ayakta tutunamadı. Egosunun kırıklığı ile pogromun vahşeti Bahtiyarlarla kadınlara yöneldi 6-7 Eylül’de.
Ataerkil sistemin kahredici gücü, etnik temelde mülkiyet değişimini hedefleyen genç kapitalist cumhuriyetin devlet babası ile Cadde-i Kebir’de buluştu.
Bu yok edici şiddet aygıtı karşısından o günden bu güne kahhar bu güce karşı direnen hep Tasulalar olacaktı.
Tasula’nın kendisine saldıran Bahtiyar’ı, egoları biyolojik ve devlet babaları tarafından iğdiş edilmiş güruha Dimitri olarak tanıtması, ölüme yalnız gitmeyeceğini göstermesinin ötesinde, her erkeğin içinde, derininde ve karanlık bir köşesinde hesaplaşıp öldürmesi gereken şiddet dolu yönler olduğuna da işaret etmekte aslında.
Öte yandan tarumar olmuş 6-7 Eylül sokaklarında Tasula’yı bulan Hacı’nın köyde kalan Bahtiyar’a yönelik sözleri ise; mutlak kötünün ve kötülüğün olmadığına, insanın toplumsal ilişkilerle şekillendiğine, bu bağlamda köydeki Bahtiyar ile kentteki Bahtiyar’ın aslında ayrı iki kişi(lik) olduğuna, kentteki kötünün içinde bir zamanlar iyi olmuş birilerinin bulunduğuna işaret etmiyor mu?
Tıpkı Rakel Dink’in yıllar önce söylediği gibi: “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim....”
(OB/RT)