Çok yorgundu. Rolden role girmekten yorgundu. Kendi olamamaktan yorgundu.
Çevresinde dolananların giderek yabancılaştığını düşünüyordu. Ayak uyduramayan o muydu yoksa?
Sanki, sanki küçücük bir sandığa kapatılmış gibi hissediyordu kendisini. Nefes alamayacak kadar kıştırılmıştı o zulaya. Her şey, ama her şey ona anlamsız geliyordu! Yüzeyseldi mutluluklar. İçi boştu söylencelerin. Ketum olmayı tercih etmesi de, ruhunda devasa bir taş gibi duruyordu. Ve bu duygudan arınamamanın bedelini, kendi kendini yiyerek ödüyordu.
Çok huzursuz Aslı. Üstelik, bütün çapaklı gözler - hemfikir olmuş gibi- ruhunun derinliklerini jilet gibi kesiyordu. Sanki, katlanmak zorunda bırakılan bir köle konumundaydı. Kirli sakal ve bıyıkların gizlediği pezevenk ağızlar dolaşıyordu teninde. Bir lokmada yutulmak üzere olan bir et parçasıydı sanki. Ve her an onların, sararmış dişlerinin arasına sıkışıp kalacaktı. Acı çekecekti! Sesini kimseciklere duyuramadan...
Bu nedenle, gitmeliydi buralardan. Manalı manalı bakan gözlerden kaybolmalıydı. Susku; tehlikenin habercisiydi çünkü. Suskuyu seçenlerin bastığı her bir milimetreyi terk etmek, tek çıkış yoluydu. Ah! Aslı ne yapmazdı ki bunu gerçekleştirmek için.
İşte böyle düşünüyordu. Önünde biriken dosyaları düzene sokmak yerine. ruhunu kulak vermişti. Kaotik düşünceleriyle cebelleşiyordu. “Buraları terk etmezsen..!” Yine o sesi duydu. Evet! İşini bırakmalıydı: Hem, aç kalmaya razıydı. Neresi olursa; oraya gitmeye hazırdı. Ama... Nasıl?
Onun son zamanlardaki garip halini, yan tarafta oturan iş arkadaşı Sero da farketmişti. Adını koyamadığı bir değişimdi Aslı’daki. Kaçamak bakması ve konuşmaktan kaçınması... Onu ele vermişti.
Aslı, Sero’nun gözlerinin üzerinde gezindiğini sezinlemiş olmalıydı; çünkü ondan yana hiç bakmıyordu. Onun her söylediğini de, “hhh!” diye geçiştiriyordu.
Sero çok huzursuzdu. Gözleri Aslı'daydı. Oturduğu yerde kıpır kıpırdı. Ona doğru eğildi. Bir şey söyleyecek gibi oldu; ama Aslı onun konuşmasını önlemek istercesine, sandalyesini ileriye çekti. Mütemadiyen kağıt yığınını karıştırdı. Gergin olduğu, her halinden belliydi:
Çok sevdiği bu adama bile öfke duyuyordu Aslı: Tabii ya; ona göre hava hoştu. Nasılsa; aşağılayıcı bir ironiyle söylenenler sadece Aslı’nın kulağına geliyordu. Aslı suratını astı. Sıkıntıdan yükselen göğsüyle mutfağa geçti. O kıç içi kadar mutfaktaki tek tabureye oturdu. Başını dizlerine gömdü. Gövdesi inip kalkmaya başladı. Az sonra homurtular duyuldu. Boğucu hıçkırıklar.
Sero, salonun öbür ucunda oturanlara göz ucuyla baktı. Yoğun görünüyorlardı. Kalktı. Aslı’nın peşinden mutfağa gitti. Bir kolunu o minnacık mutfak aralığının duvarına dayadı ve Aslı’yı seyretti. Bir şey söylemeye yeltendi; ama, sadece derin bir iç çekti. Başını sallayarak, masasına geri döndü. “Aman, ağlarsa ağlasın! Benim işim değil. Onu teselli etmekle uğraşamam. Yine dramatize ediyordur! ” dedi içinden. Fakat, huzursuzluğu bedeninde cirit atıyordu. Konsantre olamıyordu bir türlü.
Mutfağa en yakın masa Sero’ya aitti. Bu nedenle, Aslı’nın içerden gelen seslerini iyi duyabiliyordu. Yüreğinin burkulduğunu hissetti. Etrafına baktı. Az ilerde oturanlar, önlerindeki dosyalara odaklanmışlardı. Kulaklarını tıkayan “kulaklık”lar da, olup biteni kavramalarına mani oluyordu. Bu durum Sero’nun işine gelmişti. Yine usulca kalktı yerinden. Mutfak girişinde dikildi ve Aslı’yı izlemeye koyuldu.
Aslı, ağlamaktan kızarmış ve şişmiş gözlerini kurutmakla meşguldü. Maskarası akmış ve yanaklarını sıvamıştı. Sero, onu, zavallı bir palyaçoya benzetti. Acımayla, gülme arasında kaldı. Dudakları yanlara doğru gerilmek istiyordu. Gıcırdayan dişleri varlığını haykırmak istiyordu. Fakat, gülmenin zamanı değildi. Durum, fazlasıyla ciddiye benziyordu. Üstelik, Aslı’ya gülmekle destek olunamazdı. Onu, bu haldeyken; kaybetmeyi göze alamazdı. Ancak, onu depreşen hüznüyle başbaşa bırakmayı da gönlü el vermiyordu.
“Bu nasıl bir çelişki, Allahım!” Sero’nun aklından geçenler bir salıncakta sallanarak; bir ileri, bir geri gidip geliyordu. Allak bullaktı. Çaresizdi. İçinden, Aslı’ya sarılmak geliyordu. Onu teselli etmek, soru sormak... Bu kadını hem çok sevdiğini; hem de ondan korktuğunu hissetti.
Sahi sarılsa ne olurdu ki? Yok yok! Olmaz. Ya Aslı onu tokatlarsa! Ya iterse! O vakit nasıl davranmalıydı? Kaotik düşünceler içinde bocalayıp durdu Sero. Çekincesi sebepsiz değildi:
Sanki Aslı, Sero’nun düşüncelerini okumuş gibi ona baktı boş gözlerle. İlk kez kaldırmıştı başını. İlk kez bakmıştı Sero’dan yana. Suspustu. Suskunluğuyla anlatıyordu meramını. Sero, gözlerin kırptı heyecandan. Ağzını açtı. Bir şey söyler gibi oldu! Ama hiç bir şey diyemedi. Dudakları, tekrar kilitlendi. Pantolonun içindeki elleri; taşlaşmış yumruklara dönüşmüştü.
Aslı, hışımla kalktı tabureden. Hiç bir şey söylemeden çalışma masasına gitti. Masanın altındaki sırt çantasını aldı. Hızlı adımlarla çıkış kapısına ilerledi. Sero put gibi kalakalmıştı olduğu yerde. Çıkış kapısı aralandı. Aslı, arkasına bakmadan çıktı dışarıya. Gözden kayboldu.
Sero’nun ağzı yine açıktı... Sanki, hiç bilmediği bir film çekimindeydi. Bir rastlantı sonucu figüran oluvermişti... Başını, iki yana sallayarak geçip masasına oturdu. Saç diplerini tırnakladı. Haykırmak geldi içinden! İlerde çalışmakta olan meslektaşlarına baktı. Dik dik baktı! Onların, dünyadan haberleri yok gibiydi. Buna sevinmeli miydi?
Aslı sert ve kararlı adımlarla yürüyordu. Sokak değiştirip duruyordu. Taşıtların egzoz dumanlarını yutkunuyordu. İnsan uğultularına tıkamıştı bilincini. O sadece kendi iç sesini dinliyordu şu an. Ağlamıyordu. Sadece düşünce kasırgasına kapılmıştı. Bu kasırganın, onu nereye sürükleyeceğinden habersiz adımlıyordu sokakları.
Yürüdüğü kaldırımda; insan kalabalığıyla göz göze gelmemek için başını kaldırmıyordu. Onlarlı ne görmek, ne de tanımak niyetindeydi. Daracık bir sokağa saptı. Yokuştu. Kondisyonu iyi değildi. Nefes nefese kaldı az sonra. Sokağın bitimindeki züccaciye dükkanına girdi.
İçerde sadece dükkan sahibi vardı. Masanın arkasından “buyurun, efendim!” sesini duydu. Sesini çıkarmadı. İçerisi küf kokuyordu. İçi burkuldu. Raflarda gezindi gözleri. Yerdeki sepetlerin içindekileri inceledi. Karşı reyondaki düzensizliğe baktı. Fakat az sonra, ensesinde dükkan sahibinin soluduğunu hissetti. Başını, adamdan yana çevirdi. Gözlerini kaçırarak:
-Sizde urgan yok mu? dedi.
-Ee, var efendim. Şu tarafta! Hangi kalınlıkta istiyorsunuz?
Adam, bunu derken Aslı’yı inceledi. Ayaklarından, kıvırcık kızıl saçlarına kadar.
-Bi bakayım, diyebildi Aslı. İlgisiz bir eda takınmıştı. Sanki sesi protesto pozisyonuna girmişti.
Adam, önüne geçti Aslı’nın. Kocaman bir hasır sepetin içindeki organları eliyle gösterdi. Bu arada, Aslı’nın yüzünü ve davranışlarını incelemekten geri durmuyordu.
-Neye kullanıcaksınız, hanfendi?
Aslı, bu soruyu hiç beklememişti. Yutkundu. Eğilip urganları parmaklarıyla bastırmakla uğraştı. Fakat bir cevap vermesi gerektiğini kavramıştı:
-Ben sanatla uğraşıyorum. İpin sağlam olması lazım. Bunlar biraz ince gibi..! diyebildi.
Hala bakmıyordu adamın yüzüne. Ve yüzünü, saçlarıyla saklamaya çalışarak konuşuyordu. Yine de, adamın cevap vermesine fırsat vermeden; sepetten iki yumak urgan aldı.
-Kaç metre bunlar?
-Yirmi, efendim.
- Bunları sarar mısınız?
-Tabii, efendim, dedi adam. Telaşlanmıştı. Hemen kasanın başına geçti. Bir an evvel, Aslı’nın yüz ifadesini görme hevesindeydi. Aslı kırmızı cüzdanını çıkardı:
-Ne kadar?
-Kırk dokuz, efendim.
Aslı, mavi naylon torbaya konulan urganları sırt çantasına çarçabuk yerleştirdi. “iyi günler!” dedi. Dükkan sahibinin gözlerinin bedeninde dolaştığını hissederek, kapıdan dışarı çıktı. Aynı kararlı adımlarla yürüdü. Kaldırım taşlarıyla bütünleşen gözleriyle yokuş aşağı inerken, bir hafiflik duyumsadı ruhunda. Sırt çantasındaki ağırlığa aldırmadan ve aynı tempoyla sokakları geride bıraktı. Daha tenha bir sokağa girmişti.
Ansızın, “Aslııı!” diyen aşina bir ses duydu. Gözlerini kaldırımdan sıyırdı. Karşısındaki binanın gri beton duvarını beyninde hissetti. Çivi gibi çakıldı olduğu yerde!
“A a!”diyebildi içinden. Henüz arkasını dönmeden; arkasından uzanan iki kolun, göğsünde birleşmesiyle irkildi.
Devam edecek!
(HK/AS)