Tutsaklık, çeşitli ve görelidir.
Gazze denilen hapishaneye baktığımda;
Hakimin süt içtiğini görünce
Tahliye olacağını zanneden çocuğun
Masumiyetinde, bilinmezlerinde, şaşkınlığında
Ve çaresizliğinde irkiliyorum.
Ringteymişim gibi kokuyor üzerim.
Metalden bir hücreye dönüşüyor dünya.
Sevgili Çiğdem, Can, Mine, Tayfun, Osman ve Hakan… Sevgili Gezi tutsakları…
Ömrünün yaklaşık dörtte birini tutsaklık koşullarında geçirmiş bir insan olarak biliyorum, “Tutsaklık anlatılmaz, yaşanır.” Yine de dışarıdan gelen bir mesajın, kurulan bir empatinin ve dayanışma gayretinin tutsaklar için ne denli önemli olduğunu bildiğim için yazmak, tutsaklığa dair kimi düşüncelerimi paylaşmak istedim. Ben, salt moral seslenişinde bulunmayacağım; bunun gerek genişçe dostlarınız gerekse sizlerin iç sesi tarafından yeterince yapıldığını biliyorum. Bunun yanında tutsaklıkta, o özel olarak tasarlanmış ortamı ve insanın iç dünyasını daha derinliğine anlamayı sağlayan, insanın tüm hallerine değinen sohbetlerin de gerekli ve yararlı olduğunu düşünüyorum.
İnsanın tüm halleri
İnsanın tüm hallerinin yaşandığı ve gizlenemediği için gözlenebildiği bir yerdir hapishaneler. Örneğin mutsuzluktan uzak durmanız gerektiğinde saklanacak bir yeri yoktur hapishanenin. Tutsaklığı, bıraktığı etkiyi, yaşanan veya yaşanabilecek travmayı anlatmak çok zor. Sadece üst üste kapanan kapıların sayısının, sürgülerle/mazgallarla beraber o metalik gürültünün bile izleri belki bir ömür boyunca silinmeyecektir.
Oscar Wilde’nin deyimiyle tutsakların zamanı “acının kalp atışlarıyla ölçmek” zorunda kaldığı hapishanelerde, zaman tüketme ve bekleme ustası kesildiğini zanneder her mahpus. Gerçekte bu, içeride sakinlik, hoşgörü ve benzerinin geliştiği iddiası gibi tartışmaya açık ve duruma/kişiye göre değişecek bir durumdur. Bilimsel bir tahlile dayanmaktan çok ya ölçü sayılmayacak basit bir gözleme ya da bizzat tutsakların kendilerine atfettiği, otomoral amaçlı bir yakıştırmaya dayanmaktadır. Hemen her tutsak, hapishaneyle barışık olmadığını, alışmadığını; taşıdığı insani niteliklerin, bir uzlaşıyı değil karşıtlığı gerektirdiğini söylese de uzlaşmanın açık veya örtük pek çok biçimini her gün yeniden üretir. Bu üretim, kişiye bağlı olsa da tutsaklık süresi ile doğru orantılı biçimde artar.
Dışarıda insanlar, mevcut tüm haksızlıklara rağmen, nasıl “barışık” bir yaşam sürüyor, düzenin devamında rol alıyorsa; dışarıdaki “horgörü ve haksızlıkların” izdüşümünün fazlasıyla yaşandığı hapishanelerde de böyle bir “barışıklık” oluşuyor. Bu alandaki en büyük eksikliklerden biri de personelinden yönetmeliğine, duvarından tutsağına dek hapishaneyi bir bütün halinde, tüm enstrümanlarıyla yaratacağı sonuçları doğru test edememek ve dolayısıyla, direnmenin özünü de biçimini de bu kapsamda bir pozitif alan olarak tasarlayamamaktır.
Kimi insanlar, yitirdiği enerjisini sürekli olarak etrafında arar, her zaman bir koltuk değneğine ihtiyaç duyar. Kendi iç potansiyeli ile “şarj olma” özelliği yoktur. Böyleleri için hapishane, söz konusu yeteneği/özelliği geliştirme bağlamında yararlı olabilir. Ama çoğu kez, ortaya daha yıkıcı sonuçlar çıkar.
Dışarıda insanlar, hayatında, tatilinde yalnızlaşıp çoğu kez bunun adını koyamazken, içeride yalnızlığın türleri ile tanışır. Sanki nitelikleri başkalaştırılmak üzere, bir “deney hayvanı” olarak, D-E-F-L gibi harflerle kodlanan bir laboratuvara konmuştur. Her şeyi ama her şeyi test ve gözlem konusudur. “Denek” üzerinde amaçlanan değişim, nasıl resmi olarak ifade edilenden her zaman için çok daha fazla ise hapishanenin bıraktığı iz de her zaman sanılandan çok daha fazladır.
İnsanı öldürmeden, onun yaşam fonksiyonlarını hareketsiz bırakmaktır hapishaneler; bir çeşit yaşam mahrumiyetidir. Hayvanlarda bile bu uygulama, çoğu kez evcilleşme ile sonuçlanır. İnsanın ise tüm doğayı bağrında taşıyan ve düşünen bir varlık olarak evcilleşmesi, zaten başlı başına bir sorundur. Kaldı ki tutsağın, ne onu tutsak edenlere ne de kendine yararı olmayacak izlerle “donanarak” dışarı çıktığına dair, pek çok örnek mevcuttur.
Tutsaklık reçetelere sığmaz
Gerçekte hapishaneler, psikologların da sosyologların da kapsama alanını aşan bir konudur. Buna rağmen baskı veya “iyileştirme”ye konu edilirken, genellikle bilinenle/ezberlenmiş olanla yetinilir. Ve sonuçta, önce ailenin sonra ilkokul müfredatının tersine sonuçlar veren çocuk gibi tutsak da genelge ve yönetmeliklerin gizlisindeki amaçlarda da direnme adına geliştirilen öznel kimi reçetelerde de öngörülmeyen sonuçlarla, hapishaneden dışarı çıkar.
Toplumsallığa, paylaşmaya dair bir çeşit hafıza silme merkezidir hapishaneler. İşte asıl yanılgı, o silinen veya silindiği zannedilen yeri, yani hafızayı kolaylıkla yazı yazılabilecek “Temiz bir kâğıtmış” gibi görmektir. Gerçekte ise bir yıkıntı, bir erozyondur yaşanan; bu nedenle üzerine inşa edilen, ekilen hiçbir şeyin projelendiricinin istediği gibi sonuç vermediği görülür.
Yatağa girdiğinizde, kendinizle beraber sorunlarınızı da uyutmayı bilmiyorsanız çaresizlik hissini en çok size tattırır hapishane. “İyi uyudum, çünkü mutsuzluğum da uyudu” der Michel Tournier. “Anlatılmaz, yaşanır” sözünün belki de en uygun düştüğü yer hapishanelerdir. Bu nedenle herkes kendine göre anlatır, oradaki yaşam kulaklığını ve coğrafya dışı algıyı.
Elbette insanın onurunu en zorlu sınavlardan geçirmesi şart değildir ama tercihen değil mecburen geçtiği F tipi vb. sınavlar, bazen insan adına acıtıcı sonuçlar verir. İnsanın düşerken uçuyormuş hissine kapılması gibi teslimiyetin “rahatlatıcılığından” bile umutlanan bir “küçülme” haline, herhalde ancak bu tür mekânlarda rastlanır. Özellikle duygusal dünya, tanımlaması en zor alandır. Tutsaklığa dair şiirin çeşitliliği de çokluğu da bu nedenledir.
Tutsaklıkta şiir bir direnme ve ifade şeklidir
Gurbet gibidir hapishaneler
Ayakta durabilmek için
Memleket kokmalı her yeriniz.
Kimi olguları anlatmak zordur. Bunun için ortak bir dil yoktur. Bu nedenle, ben tutsaklık sürecinde, onu kuranların da içinde tutsaklık çekenlerin de anlatmakta güçlük çektiği/çekeceği F Tipi’ne dönük söyleyebileceklerimi sık sık şiire yükledim. Gördüm ki dizeler, en dar parmaklıklardan bile içeri girebiliyor ve dışarı firar edebiliyor...
Elbette hapishane, içinden her geçenin aynı renge büründüğü, biçimlendirici bir torna değildir. Oradan kimliğini, kişiliğini koruyarak, “yaprak dökmeden” çıkmak da mümkün. Ama biraz toptancı biçimde söylemek gerekirse, genelde hapishaneler özelde F tipi, bunu tasarlayanların dahi var saymadıkları tahribatlar yaratan bir cezalandırma aracıdır.
“Suç ve ceza” diyalektiği açısından baksak dahi, hapishaneler iyileştirmeyi değil, tüketmeyi amaçlar. Özellikle F tipi, bugüne kadarki tüm hapishane biçimleri dikkate alınarak tasarlanmış, kişinin insan niteliklerinin tümünü boy hedefi yapan, kendine saygıyı dahi yitirtmeyi amaçlayan, bir yalnızlaştırma ve hatta yok etme merkezidir.
Vücudun bir kimya deposu olduğu biliniyor. Olağanüstü durumlarda stres, kâbus, heyecan, korku ve benzeri hallerde harekete geçen salgıların sürekli tahrik edilmiş halde tutulmasının insanın metabolizmasını altüst edeceğini bilmek için doktor olmaya gerek yok. İşte bu tehlike ile mücadele edemeyen her tutsak, bir hasta adayıdır. Cezaevlerindeki açık veya örtülü hastalıkların ağırlıklı sebebi budur. Yani hapishane, başlı başına bir hastalık sebebidir. İnsanı insan yapan tüm sosyal niteliklerini elinden alan tecrit, bu anlamda hastalığın temel nedenlerindendir. Bırakalım kanser gibi dışarıda bile tedavi şansı düşük hastalıkları, yaşam kalitesi ve özen gerektiren hastalıklar da tecrit koşullarında gelişmekte veya başka hastalıklara davetiye çıkararak ölümcül sonuçlar doğurmaktadır.
Hapishaneler, bir ülkenin insanlık karnesinin görsel biçimidir
Tutsak nüfus ne denli artarsa toplum o denli hafızasızlaşmakta ve onurundan yitirmektedir. Bu nedenle, sahip olunan insanlık rezervinin sürekli bir sızıntı halinde olması demek olan hapishane gerçekliği karşısında, “insanım” diyen hiç kimsenin duyarsız kalma lüksü yoktur.
Tecrit, kesintisiz bir travmadır; sonrasındaki “Stres bozukluğu”nu tespit etmek ise çoğu kez geç kalınmış sonuçlar ortaya koymaktadır.
Bir ülkenin işgali durumunda insanlarının ruhsal sarsıntılar geçirdiği, bilinen, üzerinde bilimsel tahliller yapılan bir durumdur. İşte buna benzeterek söylemek gerekirse; tecrit, bir insanın maddi ve ruhsal bütünlüğünün işgalidir. İşgalin, mümkün olabilecek en kapsamlı ve derin biçimidir. İnsanın el sürülmeyen, kayıt altına alınıp genelge konusu yapılmayan tek bir fonksiyonu/niteliği yoktur; bilinçaltının bile biçimlendirilmesi amaçlanır.
“İnsana karşı girişilen en kötü şiddet eylemi, aklın küçük düşürülmesidir” der Elsa Morante. Bugün belki dışarıda ekonomik saldırılarla, aldatıcı açılımlarla ve benzeri biçimlerde akıl, küçük düşürülüyordur; ama bu fiilin F tipi’ndekinden daha yaygın ve çeşitlenerek gündeme geldiği başka bir yaşam kesiti yoktur. Buna rağmen, o sınırlara sığmamak, bir çeşit firar gerçekleştirmek tabii ki mümkün...
İstendiği kadar kalın,
Beyaz ve his geçirmez yapılsın
F’nin insana karşı direnci.
Mutlaka firar edecek bir boşluk buluyor
Tutsağın fikri, bilinci ve yüreği...
Son söz yerine
Tutuklu olmak, diğer bir ifadeyle tutsaklık bir çeşit esarettir. Bunu insani ölçülerde ve insani duygularla açıklamak, normalleştirmek mümkün değildir. Buna rağmen diyebilirim ki “Gezi tutuklusu” olmak bir onurdur. “Böyle bir onura ihtiyacımız var mı?” diye de sorulabilir ama “onur” kişisel/öz saygı ise öncelikle biz kendimiz o ölçüyü oluştururuz fakat bazen karşımızda yer alanlar bizi bu onursal durumla karşı karşıya bırakırlar. Bu nedenle sizlere “keşke orada olmasaydınız” diyorum ama bir yanıyla da “orada olsanız ne gam, siz orayı da güzelleştirirsiniz” diye ekliyorum.
Düşünebiliyor musunuz; şu an siz o “Kırmızılı kadın”sınız, Gezi’de nikâhlanan çiftsiniz, Berkin Elvan’sınız; yüzbinlerin kardeşleşmesi, potansiyellerini çoğaltması, özgürlüğün kokusu ve tadıyla Taksim’e inmesi duygusuyla özdeşsiniz.
Gezi’yi her kim anlatıyorsa bir miktar öznel veya eksik anlatıyor ve belki de “en tam” anlatacak olan sizsiniz. Her türlü hücreyi, her türlü tutsaklığı, her türlü işkenceyi görmüş bir arkadaşınız olarak diyorum ki bir gün bile içerde kalmak gerçekten insani değil ama yıllarca yatmak da mümkün ve (sizin de dâhil olduğunuz geniş kapsamlı) biz, onu pek ala güzelleştirebiliriz.
Bu konuda, bu alanda Nazım’ın öğütlerini zaten biliyorsunuz. Benim size öğüt verecek durumum yok; bu doğru da olmaz. Gelin buna deneyim paylaşımı diyelim; yaşadığınız alanın metrekaresine, hemen yanı başınızda kaç kişinin olduğuna, ne yiyip içtiğinize değil ruhsal dünyadaki sınır ötesi menzilde kimlere ulaştığınıza, tanımadığınız kaç kişiyle empati kurabildiğinize, midenizin değil ruhunuzun nasıl duyduğuna bakın ve ne kadar şanslı olduğunuzu görün.
Sevgili avukatım Can, sevgili Gezi tutsakları; “şöyle yapsaydım, böyle olmasaydı” yerine buradan çıkacak mücevheri düşün(ün) lütfen. Sizlerin de bildiği gibi cevher ancak baskı altında mücevhere dönüşür.
Fromm’un bir sözüne atfen söylesek hapishane, siz ona hangi anlamı yükleseniz o size öyle görünecektir. Ben yüklediğiniz anlamın ve sonuçta yaşayacağınız özgürleşmenin hanesinde, sizi oraya kapatanların ufkuna sığmayacak türden artıların ve güzelliklerin de birikmekte olduğuna inanıyorum. Sevgiyle kalın. Özgür kalın...
(MY/VC)