Geride bırakılan, bir daha hiç gidilemeyen ülkenin masallarıyla büyümüştüm. Anneannem o kadar canlı anlatırdı ki; Teberdi elini, Kuban Irmağının kabardığı mevsimde sularında kaybolan küçük kızı, sevdalıları, alıcı kuşları ezberimdeydi. Aslında, anneannem, ailesi 1900’lerin başında Türkiye’ye göç ettikten sonra doğmuştu, ülkesini hiç görmemişti. Yedi yaşında çocukluk yurdunu geride bırakan dedem ise daha çok yeni ülkesinin hikâyelerinden bahsederdi; Tahtacıları anlatırdı, Alevileri, Yörükleri… Belki hatırlamak acıklıydı.
Ajans haberlerinde “Demirperde” diyorlardı; ben, hiç açılmasın diye perdeyi demirden dikme becerilerine şaşırırdım. Soğuk savaş yıllarının bu sözü artık bilinmiyor, unutuldu. Sınırdan geçişe izin çıktıktan sonra uzun zaman masal ülkesine gidip gitmemekte kararsız kaldım. Belki sevdiğim büyüklerin, özlemlerinin karşılıksız kalması, belki masalın büyüsünün bozulma korkusuydu. Kendi geçmişine duyulan özlemden farklıydı, büyüklerin nostaljisine takılmıştım.
Geç de olsa geride kalan ülkeye vardığımda, Nart efsanelerindeki aksakallıları hatırlatan dağları anlatıldığı gibi buldum. Karaçay-Çerkes Cumhuriyeti, Rusya federasyonu içinde özerk bir bölge. Kuzey Kafkasya’nın diğer yerleşimlerinde olduğu gibi birçok etnik yapıyı barındırıyor, Karaçaylar nüfusun yüzde 38 kadarını oluşturuyor. Dağıstanlı ünlü yazar Hamzatov; Tanrı, dilleri dağıtırken sonunda Kafkasya’ya geldiğinde torbasında kalan bütün dilleri buraya attığını, söyler.
Buradaki çeşitli diller, aynı gelenekleri paylaşan davranış ve düşünce biçimleri benzeşen insanların etnik orijinini gösterir. Birbirine hiç benzemeyen diller içinde Karaçayca bir çeşit Türk lehçesidir. Tarihte bazı seyyahların, Kara Çerkesler dediği Karaçaylar kendilerine Tawlu (dağlı) adını yakıştırırlar. (Gerçekte Çerkes ismi buradaki halkların farkındalığını göstermek için dışardakilerin bulduğu bir yakıştırmadır ve zamanla benimsenmiştir.)
Bölgedeki çok dillilik, giderek insanların Rusça ile iletişim sağlama pratiğini geliştirmiş. Karaçay dilinde yılda 47 bin kitap basıldığı ve 2 dergi ile bir gazetenin yayında olduğu söylendi. Tek dil zorunluluğu olmamasına ve her dilin kendi okulu olmasına rağmen benim karşılaştığım çocuklar Rusça konuşmayı tercih ediyorlardı. (Kısa zamanda çok fazla çocukla karşılaşmadım ama tümünün tercihi bu yöndeydi.) Sanki gönüllü bir asimilasyon ya da entegrasyon yaşanıyordu. Benim en çok ilgimi çeken ayrıntı, kız çocuklarının çoğunda Rusça isimlerin olmasına rağmen oğlan çocuklarında yerel isimlerin kullanılmasıydı.
Avrupa’nın sınırı sayılan, en yüksek yerine vardığımda, “Türk’ten gelen misafir,” olarak güzel bir konukseverlikle karşılandım. En derin yeşilin olduğu vadiler, dağlardan inen dereler, kayaların arasından çıkan maden suları yıllar öncesinden bozulmadan kalmışlar. Araba ile dolaşırken yolun ortasındaki inekler rahatlarını bozmadan biz yokmuşuz gibi davranıyorlar. Şehir ve köylerdeki altyapı (elektrik, doğalgaz…) Sovyet döneminden kalma bugün de kullanılıyor.
Doğa bugün de bakir ama tarihsel birçok değişimlerin yaşandığını biliyoruz. On günlük kısa ziyaretimde, bu dönüşümler, sohbetlerde kendiliğinden dile geliyor. Mara’da sohbet ettiğim, Baydımat hanım, Sovyetler döneminde çalıştığı sovhozu övüyor, sovhozda her şeyleri makineleri varmış, kendisi peynir yapımında çalışıyormuş. Baydımat hanım, bugünkü sistemin yapısından da şikâyetçi görünmüyor; kendilerine ait inekleri, traktör ve arabaları var. Belki değişimlere adaptasyon yetenekleri var ya da bir yabacıya yakınma ayıp kaçıyor.
Yollarda Sovyet döneminden kalma tabelalarda bazı erkek fotoğraflarının işlendiğini gördüğümde, bunların 2. Dünya Savaşında Almanlara karşı mücadele ederken ölen kahraman askerlere ait olduğunu, söylüyorlar. Önünde durduğumuz bir tabeladaki askerin ismi Osman Kasay. Sovyet ordusunda çarpışan, savaş bittiğinde evine dönen askerleri düşünüyorum. Almanlara yardım ettikleri gerekçesiyle 1943’te bütün Karaçay nüfusu kuzeye sürgüne gönderildiğinde, köylerine dönen askerler kimseyi bulamamış olmalıydılar.
Kart Curt yolundayken, Nazilerle işbirliği yapan bir Karaçay çetesinin Sovyet askerlerini pusuya düşürdüğü bir vadiden geçtiğimizi öğreniyorum. 18.yy sonlarında Müslümanlığı kabul eden Karaçaylar; Almanların Müslümanlık propagandası ile örgütlenen bazı çeteler yüzünden, Stalin tarafından yurtlarından sürülerek cezalandırıldılar. Sohbetlerde sürgün konusu geçince de, artık geride kalmış yasını tamamlamış acılar olarak bahsediliyordu. Ceguta’dan Karaçeyevski şehrine girişte büyük anıt alanının Almanlara karşı verilen mücadele için düzenlendiğini düşünürken bunun sürgün anıtı olduğunu öğreniyorum. Anıt alanında benim gezmeye zaman bulamadığım bir sürgün müzesi de yer alıyor. 1943 yılındaki sürgünden 14 yıl sonra, 1956'da Karaçaylara saygınlıkları geri verilmiş ve yurtlarına dönmüşlerdi. Sürgüne konu olan bahaneler artık kullanılmadığına göre, Rus yönetiminin sürgünle yüzleşerek etnik çekişmelerle uğraşmaktan ziyade akıllıca bir yöntem uyguladığı anlaşılıyor.
Uçkulan’a doğru yol alırken, yine solmaya yüz tutmuş tabelalarda ölü asker fotoğraflarını görünce Avedis Cebeciyan aklıma geliyor. Çanakkale savaşında hekim olarak görev yapan Osmanlı Ermeni subayı günlüklerinde, Seddülbahir’deki amansız savaştan bahsederken Antep’teki ailesinin akıbetiyle üzülür. Çanakkale’de savaşan bütün gayrimüslimleri yok saymamız, buradaki anmalara benzemiyor.
Aynı dili konuştuğum insanlarla, Dombay’da 3000 metreye kadar çıktığımızda, diğer turistler gibi buralarda yabancı olduğumu fark ediyorum. Dağın zirvesine ulaşmaya çalışarak uzayan şaşkın köknar ve ladin ağaçları ve bütün bu güzellikler, nereye gidersem gideyim ülkemde olan bitenle karşılaştırma yapmama alıkoyamıyor.
Güzelim Mara’da kaldığım gecelerde, yıldızların Demirci Debet’in örsünden çıkan kıvılcımlar olduğuna inanıyorum. Demirci Debet’e “Kart Curt’taki kutsal taş aşkına, yurt dediğin nedir?” diye soruyorum. Demirci Debet’e inanmıyor musunuz? “Bazen bir masal dağı, bazen Şam şehri sevdasına göç ettiğin Suriye topraklarıdır ki, buranın insanlarının yaşadığı Amerika şehri New Jersey’de bile şarkılarımla avundukları bellidir.” (OM/ÇT)