Bilmediğim o kadar çok şey vardı ki, bazı başka şeyleri öğrenmek isterken sürekli aynı sözleri tekrarlayan adamlarla karşılaşıyordum. Ne şahane atalarımız vardı, at üstünde ok atmaları ne müthişti! Yalan değil kimse de bu beceri yoktu, doğruydu. Kocaman bir imparatorluk kurmuştuk, başarmıştık. Okulda öğretilirdi, Türk olmak bir onurdu; sonra radyodan televizyondan birçok efsaneyi ezberledik. Sokakta da konuşuluyordu. Türk akıncılarına karşı Çin Seddi bizden korunmak için yapılmıştı hepimiz gururluyduk. Çin Seddi çok uzun, Çin Seddi biliyor musun? Çin Seddi… Her beter olayın ardından, açlıktan, sefaletten, kandırılmaktan korunma yolunu bulmuştuk. Biz var ya eskiden nasıl muhteşemdik? Batı boşuna Muhteşem Süleyman dememişti Kanuni’ye!
Sonra tarih merakım tükenmişti, -Malazgirt’ten sonra mıydı yoksa Topal Osman mı sebep olmuştu- çok fazla tekrar vardı ve ben karşı tarafı, “düşmanlarımızı” merak ediyordum. Çinlileri, Viyana kapılarındaki düşmanları; düşman olmayanları Japonları, Paraguaylıları merak ediyordum. Ne yer ne içerlerdi, nasıl severlerdi? Başka şeyleri öğrenmeme izin yok muydu? Türk üst kimliğimi biliyordum, peki sonra ne olacaktım, nasıl faydalı işler yapacaktım? Üst kimliğimin üstüne ne ekleyecektim?
Epey önceden, -tam ne zamandı hatırlamıyorum- aidiyetsiz olduğuma karar vermiştim. Kuşlar bir kıtadan diğerine sınırlara aldırmadan uçuyordu. Evet, kuş örneği biraz uçuktu, bir öykünmeydi. Bizim sınırlarımız ve “bizi koruyan güçlü bir ordumuz” vardı. Yine de birbirimize ne şahane olduğumuzun sürekli anlatılması, her kanalda kendi kendimize reklamımızı yapmamız fazla gelmişti, anlamını yitirmişti. Dünya bizim ne kadar “üstün bir millet” olduğumuzu umursuyor muydu? Ait olmak sıkıcıydı ve aidiyetsiz olduğuma inanmıştım.
Ülke dışındayken nereli olduğumu sorduklarında “Türk’üm” diyordum. Ülkedeki “Türkiyeli denmez, Türk’üm, diyeceksin,” tartışmasına taraf olduğum için değildi, kim ne isterse kendini öyle tanımlardı. Benim seçimim meraktandı. “Dünya’yı titreten atalarımızla”, başkalarını korkutmaktan keyif alırken biraz korkunç garip yaratıklar gibi mi görünüyorduk? Merak duygumla beraber bir savunma durumuna geçmeye başladığımı fark ettim. Eğer Türklerle ilgili kötü bir söz duyuyorsam, itirazım hazırdı, “kim masumdu ki?” İlginç bir şekilde yurt dışında üzerime Türklüğüm geliyordu.
Ülkedeyken merak etmediğim milli maçı seyretmeye başladığımda kesin bir taraftardım, biz kazanacaktık. Bu bir oyundu ve Türkler sadece savaşçı değildi, sporu da severlerdi. Sonra, o işareti görünce, içimdeki kırılma sesini duymuşum gibi “biz” diye bir şey olamayacağını hatırladım. Bozkurt işaretinin tarihi milli bir işaret olup olmaması umurumda değildi. Tarih masal gibi görülen, çarpıtılan bir şeydi. Bu işaretin tarihi gerçekliği olsun ya da olmasındı, bana hatırlattığı, tanık olduğum kendi yakın tarihli gerçekliğimdi. Bu işaretle eziyete uğrayan insanları hatırlıyordum. Beni, bu gerçekliği çarpıtarak, “hepimiz kardeşiz, dış güçler, iç güçler…” yalanına kimse inandıramazdı.
Günümüzde futbol sadece futbol değil; sadece endüstriyel futbol anlamında da değil, tıpkı Eurovision şarkı yarışmalarında olduğu gibi ülke kimlikleri yarışıyor. Sadece bireyler değil her ülke üzerindeki bilgiyi taşıyor. Eğer maçı seyreden taraftarlar “korku salmak” yerine Ferdi Kadıoğlu gibi kalp işareti yapsaydı, Türkiye takımı Uzak Doğu ülkelerinden Latin Amerika ülkelerine kadar insanların desteğini kazanacaktı. Bir aidiyete gerek kalmayacaktı. Daha önceden gördük; Türkiye takımlarının her galibiyeti kendilerini ötekileştirilmiş gören her ülkede sevinçle karşılanırdı. Özellikle “hiç sevmediğimiz” Arapların memnuniyetini, sevinçle sokağa taşmalarını hatırlayalım. Ve biz, oyunu bir cenk bir muharebe havasına taşıyarak, desteğimizi kaybettik sonra da aynı nakaratı söyledik, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok.”
O maçı beraber seyrettiğimiz Ortodoks Arnavut arkadaşımıza kimi tuttuğunu sorduğumda, kesin bir beden diliyle “elbette Türkiye’yi…” demişti. Kendisi Türkiye’de doğmuş büyümüş sonrasında Atina’ya taşınmıştı. Daha önceden tanıklığımla, Yunanistan’a göç eden Rumların Türkiye takımı gol attığında heyecanlandıklarını görmüştüm ki çoğu Türkiye’deki üç büyük kulüpten birinin taraftarıdır ve aralarında tatlı bir atışma yaşanır. Hepimiz farkında olmadan doğduğumuz ülkenin bilgisini taşıyorduk ve fark etmesek de gizli bir aidiyetimiz vardı. “Korku salan” işaretimizle aidiyetleri aşındırmayı başarıyorduk.
Aidiyet hissi ya da başka bir şey, herkes doğduğu büyüdüğü yerle ilgili güzel şeyler duymayı ister. Tıpkı kişisel olarak takdir edildiğimizde aldığımız keyif gibi. Sosyal medyada dolaşan İstanbul Kedileri videolarıyla gurur duyarız. Biz hayvanları severiz. Biz en güzelinden hayvan sevenlerizdir. Sonra birileri duruma el koyar, köpekleri “uyutma” yasası meclise gelir.
Ve Carlo Ginzburg’un sözünü hatırlatır. “Uzun süre önce bir gün şunu anladım ki insanın ait olduğu ülke, hep dendiği gibi sevdiği ülke değil, adına utandığı ülkedir.”
(OM/AS)