Haberin Kürtçesi / İngilizcesi için tıklayın
“Fatih selam. Belki dikkatini çekmiştir. Bianet, 2018 yılı boyunca sürecek bir yazı dizisi başlattı. ‘52 Erkek, 52 Hafta Erkekliği ve Erkek Şiddetini Yazıyor’ diye. Yılbaşından bu yana yazılar yayımlanıyor. Bu yazı dizisinin koordinatörlüğünü ben yapıyorum.
"Yazı dizisinden amaç kendi alanlarında önemli işlere imza atmış erkeklerin, erkeklik ve erkek şiddetine dair fikirlerini, düşüncelerini ve aslında tecrübelerini kayıt altına almak. Senin de bu çalışmada bir yazının olmasını çok istiyorum.”
Uzun yıllar birlikte çalıştığım ve çok sevdiğim Şenay Aydemir’den gelen bu e-posta karşısında önce bir durdum. O diziyi okuyordum. Erkekler açısından pek yapılmayan bir yüzleşmeye davet olması bakımından da önemsiyordum.
Ama benim açımdan, altına imzamı attığım her şeyin öncelikle samimiyeti ve sahiciliği yaşamsal bir önem taşıyordu. Böyle bir yazıyı yazarsam kendimi boylu boyunca ortaya koymalıydım ya da hiç yazmamalıydım. Yani, öyle kendini sağlama alan, kendisini eleştiriyor mu, övüyor mu belli olmayan ara cümlelerle yazmak bana göre değildi.
Kendimle kamusal alanda da yüzleşmeye dair kişisel tedirginliği aşmış bir insan olduğumu hissediyorum ancak, içinde bulunduğum sosyal bağlamlar, kendime dair anlatacağım hikayenin, hayatımdaki insanlar üzerindeki etkisi gibi nedenler beni endişelendiren başlıca konuydu.
Kafamda ‘Yazsam mı acaba?’ diye bu konuyu döndürürken önce, hayatımda benim açımdan derin anlamı olan 7 yılımı yaşadığım ve 8 yıl önce ayrılmış olduğum eski eşime danışmam gerektiğini düşündüm.
Bu arada daha sonra hiç evlenmedim ama teknik olarak daha doğru bir ifade bulamadığım için “eski eşim” diye ifade ediyorum. O, bu yazıyı yazmam için beni cesaretlendirdi ve böylelikle kendisine dair dönem açısından da ondan izin almış oldum.
Bu hikayenin aslında can alıcı bir kısmını da çocukluk dönemi oluşturuyor. Ancak, kardeşlerim ve annemden bu konuda onay almam bana pek mümkün gözükmediği için, o kısımları bu gerçekliği dikkate alarak yazmam gerektiğine karar verdim.
Ve başlıyorum.
Pek çoğumuz gibi erkek egemen ilişkilerin belirleyici olduğu bir ailede doğdum. Annem ve babam 52-53 yıl önce Erzurum’dan İstanbul’a göç etmişti. Her ne kadar Türkiye’nin en büyük kentinde doğup büyümüş olsam da, göç olgusunun yol açtığı içe kapanma halinin çocukluk yıllarımdan itibaren şekillenmemde bir etkisi olmuştur.
Babam Adalet Partili’ydi ve biz üç kardeş olarak yetişkin hale gelene kadar ailenin siyasal ve psikolojik haritasını o belirledi. Daha sonra bu egemenliğini kaybetti.
Yukarıda atıf yaptığım gerekçelerle babam ile annem arasındaki ilişkinin, babamdan kaynaklı kırıcı, üzücü boyutlarını çok derinleştiremiyorum.
Ama hala dönüp baktığımda, başka özelliklerini saygıyla hatırladığım babamın, beni etkileyen ve ‘benim ilişkilerim farklı olmalı’ diye düşündüren anneme karşı tavrı, hayatımın çocukluk yarasıdır.
Çocukluğum doğup büyüdüğüm Eyüp’te geçti. Çocukluk yıllarımda çeteleşme ihtimalinden beni uzak tutan şey ise okuma ve spor tutkusuydu. O yıllarda okuduğum kitaplar içinde Teksas, Tommiks, Kızıl Maske, Zagor, Bonanza, Mister No başı çekiyordu. Babamın verdiği harçlıklarla sürekli bu kitaplardan alıyor ve obur bir iştahla kısa sürede bitiriyordum.
Artık para da yetişmiyordu. Çareyi evimize çok uzak olmayan -şimdi artık yok- Gaziosmanpaşa’daki Zengin Sineması’nın önünde kurulan Teksas, Tommiks takas tezgahlarında buldum. Orada takas ettiğim kitaplarla da epey idare ettim.
Yıllar sonra dönüp baktığımda, o yıllarda hayranlıkla okuduğum o kahramanların hep erkek olduğunu ve bunun da kahramanlıkla erkeklik arasında kurulan ilişkiyi aslında döne döne yeniden ürettiğini fark ettim.
O kitapların herhalde sonraki hayatıma en büyük katkısı hiç bitmeyen bir okuma tutkusu olmuştur. Okumak, bir gecekondu mahallesinde doğmuş benim için anlamlı bir dönüşümün kapısı gibiydi.
Lise yıllarımda gittiğim İngilizce kursundaki hocamın önerdiği Emile Zola’nın ‘Germinal’inin ise, benim için bir sıçrama olduğunu düşünmüşümdür hep. Ondan önce Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz okumaya başlamıştım ama Zola bende, onların açtığı ufkun bir ileriye sıçraması gibi bir etki yapmıştı.
Daha sonra, üniversite yıllarımda benim düşünsel açıdan derinleşmeme en çok katkıda bulunan iki hocam kadındı. Eser Köker ve Meral Özbek. Ve aşama aşama sosyalizme doğru yönelen birçok genç gibi, kendimle sürekli yüzleşme halini, gelişmenin ilk basamağı olarak görüyordum.
O yıllarda sosyalist külliyatı okurken, kadın özgürlük mücadelesinin tarihine dair de epey okudum ve gençlik mücadelesi içindeki arkadaşlar olarak sohbetlerimizde ‘erkek egemen ilişkilerle yüzleşme’ temel konulardan biriydi.
Elbette işin ‘meli, malı’ kısmıyla, biz erkeklere atadan, dededen devreden o konforu aşma hali arasındaki ilişki ve gerilim öyle kolay aşılmıyordu.
Çocukluğumun geçtiği aile ortamında, evdeki işler paylaşımı diye bir şeyden pek söz edemezdik. Bu açıdan erkek egemen bir işleyiş hakimdi ve erkek kardeşim ile benim ev işlerine dahil olmamız zaman içinde oldu.
Bunun etkilerini üniversite yıllarımdaki ev ortamlarımda da fark etmiştim.
O yıllardan kalan ve benim evde temizlik yaparken göründüğüm bir fotoğrafı ev arkadaşım Baki bana hediye ederken arkasına şöyle yazmıştı: “Bu kare, bir gün devrimin de olabileceğinin bir işaretidir.”
Ev işlerinde benden daha becerikli ve katılımcı erkek arkadaşlarım olmuştur. Benim notum ise, Baki’nin verdiği kadardı. Kuşkusuz ev işleri karşısındaki pozisyon, erkek egemen ilişkiler açısından ölçülerden sadece biridir ve insanın kendisine dair yapacağı değerlendirme bununla sınırlı kalamaz. Ben bu kısmı zaten, arızalarımdan birinin itirafı olarak zikretmiş oluyorum.
Sonraki yıllarda ‘egemen erkeklik hali’ ile yüzleşme sürecimin dönüştürücü kısmının ağırlıklı olarak evlilik dönemim olduğunu söyleyebilirim. Eşimin benim üzerimdeki etkisini hep bir ‘yontma faaliyeti’ olarak adlandırmışımdır.
Bu yazıyı yazmadan önce ondan izin almak için, ona yazdığımda bana, “Ona yontma demeyelim. Ama feminist kadınlarla birlikte olan erkekler içinde dönüşmeye meyilli olanlar dönüşüyor. Ben sadece kendimi sana anlatmaya çalışıyordum aslında” yanıtı verdi.
Eşim zarif ve anlayışlı bir kadın olarak böyle tarif etse de, ben yine de o sürecin bir yontma, meslek lisesi dönemimde bize öğretilen anlamıyla ise bir tür ‘eğeleme, tesviye etme’ faaliyeti olduğunu düşünüyorum.
Eşim şu anki tesviye edilmiş halimin mimarlarındandır. Aynı zamanda bir sosyolog olması da bu dönüştürme sürecini olumlu anlamda etkiledi diye hissediyorum.
Boşandıktan 7 yıl sonra bir akşam oturup rakı içerek, evlilik dönemimizi konuştuğumuz yemekte muhabbeti geçen konulardan biri de, benim tatil zamanları dışında, kentte, gündelik hayattaki ilk sandalet deneyimime dairdi.
Solcu ve örgütlü erkekler içinde benimle benzer bir tarihin içinden geçmiş olanlar da, sanıyorum kıyafet seçerken koyu ve mat tonları tercih etmek gibi bir eğilim oluyor. En azından kendi kuşağım açısından durum böyle. Bu bir ‘ağır adam’ pozlarından mıdır bilemiyorum ama böyle. Benim daha canlı renkleri giymeye cesaret etmem de eşimle geçirdiğim o yedi yıl süreci içinde olmuştu.
Yeniden sandalete dönelim. Şehirde giydiğim ilk sandaleti birlikte beğenmiştik ve yerleşik erkeklik kalıpları dışında daha modern çizgide bir sandalet almam konusunda beni cesaretlendirmişti.
Ama onun bile rengi gri ile siyah arasındaydı. Daha canlı bir renge sahip olanını daha sonraki yıllarda alacaktım. Olsun, bu da bir aşamaydı. Ve eşim yıllar sonra o yemekte anlatmıştı.
Ben akşam gazeteden eve döndüğümde ona dönüp, “Bakkal sandaletime baktı” demişim tedirgin bir biçimde (!) Buna yıllar sonra nasıl güldüğümüzü anlatamam.
Aslında bu, “bakkal bana efemine muamelesi yaptı” diye hayıflanmaktı ve tersinden bakınca, bu ülkede kadınların her gün bundan daha ağır ve travmatik şeylerle karşılaşıyor olduğu gerçeğini dönüp düşünmek açısından da bir veriydi.
İçimde bir yara olarak kalan ve ifade etmem gereken bir örneğe geçeyim buradan.
Tartıştığımız ve seslerin yükseldiği bir anda, eski eşime “Dırdır etme” dediğimi hatırlıyorum. Bu bizim dünyamız içinde kadınlara dair olarak edinilmiş, öğrenilmiş ve kuşaklar boyu devam eden hırpalayıcı, cinsiyetçi bir söylem biçimiydi aslında. Hayatımı paylaşmış olan iki kadının da bana, “Beni dinlemiyorsun” demiş olmasını da bununla birleştiriyorum.
Ben dinlediğimi iddia ediyordum ama bana iki kez ifade edilmiş olan bu gerçek, birlikte yaşadığım kadınlar karşısında iyi bir dinleyici olmadığımı, köşeye sıkıştığım zaman da “dırdır etme” gibi cinsiyetçi söylemlere başvurarak sıvışmaya çabaladığımı gösteriyor.
Ve şu ana kadar ne kadar dönüşebilmişsem, bu açıdan emeği olanlar içinde birlikte çalıştığım kadın arkadaşlar da önemli bir yer tutuyor.
Uzun yıllardır hem entelektüel açıdan hem de birlikte yapıp ettiğimiz iş süreci bakımından yetkin ve güçlü kadınlarla çalışmış olmak insanı bu açıdan da uyanık tutuyor. Devam eden örgütlü hayatımın içindeki kadın arkadaşlarımın ve bu açıdan yaşadığımız toplam birikimin de hakkını vermeliyim.
Bu arada ben ne kadar, birlikte çalıştığım ortamlarda demokratik bir işleyişi bir temel olarak öncelediğimi düşünsem de, uzun yıllar yöneticilik yapmış bir erkek olarak, kadın arkadaşlarımın bu açıdan verecekleri not kuşkusuz daha gerçektir.
Çünkü erkeklik hali de, tüm içerdikleriyle birlikte bir resmi ideoloji gibi olduğu için, bu ancak karşıdan bakılarak daha çıplak görülebilir diye de düşünüyorum.
Son tahlilde, erkek egemen ilişkilerle bir erkeğin yüzleşmesi, her gün yeniden kurulması gereken bir şeydir. Çünkü bu erkekler olarak belki bazen farkında bile olamadığımız öyle bir konfor sağlıyor ki, kendinizi bıraktığınız an yeniden, o konforlu erkeklik haline geri dönüyorsunuz.
O ana kadar dönüştüğüzü, biriktirdiğinizi sandığınız şeyler de çok hızlı bir biçimde ilga olabiliyor. Yani bu açıdan ‘aştım’ diye bir şey yok. Her gün, yeniden yeniden yüzleşilmesi gereken bir gerçeklik bu.
Bir de, sosyalist bir erkeğin tarihi açısından değinmeden geçmemem gereken, ‘ağır adam’ ritüeli var. Bu da aslında, bazen bizden kaynaklı bazen bulunduğumuz sosyal ortamlardan beslenen haliyle kolaylıkla, erkek egemen değerleri üzerimize yapıştırıyor. Biraz hafiflemek kimseyi bozmaz. (FP/ŞA/APA)
* Görseller: Kemal Gökhan Gürses