“Engelimle barışık mıyım?” açıkçası bunun üzerine hiç düşünmedim. Niye düşünecektim ki? Kendi varlığımla, kişisel özelliklerimle ve çok duymak isteyenler için körlüğümle savaşmak ya da barışmak aklıma gelmedi. Arada kendisine sövsem de bu sövgünün nedeni körlüğüm değil onu bir engele çeviren mekanizmaydı. Zaten o çok zekice görünen ama kocaman bir damgadan ibaret olan “Engelinle barışıksın” muhabbeti de o mekanizmanın bir sonucu.
İnsanları sürekli yeti çeşitliliklerinden dolayı ötekileştirerek, sürekli onlara engeller yaratarak, insanların kendi olmasının önüne bariyerler koyarak insanları kişisel özelliklerine düşmanlaştırıyorlar. Adına sağlamcılık dediğimiz bu mekanizma bütün engellenmişliğin faturasını kişinin yeti çeşitliliğine kesiyor. Bunu da kişiye çok güzel kanıksatıyor. Tam da burada sakat hakları mücadelesinin ricalardan ve pozitif ayrımcılık üzerinden değil yeti çeşitliliklerinin savunulmasından geçtiğini düşünüyorum. Çünkü yaratılmış normal, yaşadığımız her şeyin kökeninde yer alıyor. Onunla mücadele etmeden hiçbir şey değişmez.
Biraz daha açıklayıcı olması açısından Erving Goffman’ın “Damga” kitabından şu pasajı alıntılamak isterim:
“Damgalı kişiden, yükünün ağır olduğunu ve bu yükü taşımanın onu bizden farklı kıldığını ima edecek hiçbir davranışta bulunmaması talep edilir; aynı zamanda kendisini bizden ona ilişkin bu inancımızı sancısız bir şekilde sürdürmeye imkân verecek derecede uzak bir mesafede tutmalıdır. Diğer bir ifadeyle damgalı kişiye hem kendi kendini hem de bizi gerçekten kabul ettiğini gösteren bir işaret vermesi tavsiye edilir; oysa biz bu kabulü kendisinden ta başından beri esirgemişizdir. Dolayısıyla hayalî bir kabulün, hayalî bir normalliğin temelini oluşturmasına izin verilir.”
İşte bizim derdimiz tam da bu hayali kabul ve hayali normal ile. Senelerdir burada gündelik taleplere hatta o taleplerin de pozitif ayrımcı taleplere sıkıştırıldığı “sizin kabul sınırlarınız içindeki makul sakatlarız” modunda bir tarza sıkışmış sakat hareketi düşünsel kanallarımızı da tıkadı.
Oysa dünyada 60’lardan itibaren sakat hareketi, sakatlık ideolojisi ve sakatlık kimliği üzerine tartışmalar filizlenmeye başladı. O tartışmalar sonucunda sosyal modelin de sınırlarını zorlayacak akımlar ortaya çıktı. Artık yaratılmış normal tartışılmaya başlandı. Bu süreç 1990’larda Engelli Onur Ayı’nın kabulünü sağladı.
Temmuz ayı artık Engelli Onur Ayı idi ve bu 2000’lerde daha geniş bir kapsama ulaştı. Burada Onur Ayı'nın binlerce insanın yeti yitimine neden olan Gorge Bush tarafından kabul edilmesi ya da “normali” yaratan sistemin de Onur Ayı'nı kullanmasını değil Onur Ayı'nın amacını ve nasıl kutlandığını önemsiyorum. Çünkü onun gerçek yaratıcısı, yeti çeşitliliklerini kendi özellikleri olarak kabul edip sağlamcı ideolojiyle kendi bedensel özelliklerine düşmanlaşmayan ve bunu inatla savunup Onur Ayı fikrini sisteme dayatan sakatlardır.
Bu aslında kendi gibi yaşama talebinin somut halidir. Zaten Engelli Onur Ayı’na dair haberlerde, röportaj yapan kişiler bunu farklı biçimlerde ifade ediyor.
Niye biz de kutlamıyoruz?
Aslında bu soru birkaç yıldır tartışılıyor. Pandemi döneminde Engelsiz Erişim Derneği bünyesinde kurduğumuz Düşün Sorgula Üret kolektifinin sakatlık tartışmaları sırasında gündeme gelmişti. Nedenini hatırlamasam da üzerinde çok durulmadı. Geçenlerde bir arkadaşımla sohbet ediyorduk. Trans Onur Haftası idi. Arkadaşım “Keşke engelliler de böyle bir Onur Haftası kutlasa ya da olanlara dahil olsa” demişti. Bayağı zihin açıcı bir sohbete dönüşmüştü bu öneri.
Sonrasında yine Düşün Sorgula’da Cavidan Soykan Hoca, Engelli Onur Ayı’nı gündeme getirdi. Elif Gamze Bozo’da kendi köşesinde bir yazıyla bu konuyu ele aldı. Sözün özü Engelli Onur Ayı'nın bu topraklarda da kutlanma zamanı geldi gibi hissediyorum. Ne şekilde olur bilmiyorum. Benim gönlümün istediği, gündelik taleplerimizi aşan ve sadece yeti çeşitliliklerimizi kabul ettirecek geniş kapsamlı ve kesişimsel bir etkinlikler bütünü. Belki bir miting, belki seminerler ya da başka tipte etkinlikler. Her gün, her yerde yaşadığımız engellenmişliğin nedenlerinin göz önüne serilebileceği bir çalışma.
Kitlesel engelli örgütleri kanıksanmış sağlamcılığı aşamıyor. En son Ankara’daki buluşma bunun ironik bir örneği oldu. Yıllar sonra kitlesel bir engelli eylemi olması ve KESK gibi emek örgütlerinin kitlesel katılımı açısından çok anlamlıydı ama kürsüde var olan şey 30 yıl öncesinin kanıksanmış sağlamcılığıydı. Bu sorun nasıl aşılır üzerine kafa yormak lazım ama umutsuz olmaya gerek yok. Farklı engel gruplarından sağlamcı kalıplara sığmayan ve kesişimselliği gözeten genç bir nesil var ve “Bir umudum sende anlıyor musun” dedirtiyor.
Ben de bunun özgüveniyle tüm engellileri ve ötekileştirilenleri bu konuya kafa yormaya davet ediyorum. Özel günleri hiç önemsemem ve sevmem ama bir şeyleri sorgulatmak için neden değerlendirmeyelim? Ayrımcılık ortadan kalkarsa onu kanıksatan özel günler de kalkar. O zaman Onur Ayı'na ihtiyaç duyulmayacak günlere kadar tüm engellilerin Onur Ayı'nı kutlarım.
(BS/GA)







