Bir salı sabahıydı, aylardan Eylül'dü, günlerden 21, sene geçen sene. Telefon çaldı, arayan Emrah'tı; "Abi, Tuncay'ın (Yılmaz) evini basmışlar!" diyordu.
Hemen toparlanıp çıktım, vardığımda Tuncay'ı çoktan götürmüşlerdi. Evde arama devam ediyordu. Gülfer (Akkaya), canı çok sıkkın bir şekilde baskını anlatmaya başlamıştı bile.
Arama bitince evi toparlamadan, Vatan'a gittik. Emniyet sorgusu, savcılık sorgusu, nöbetçi mahkeme derken, gözaltına alınan arkadaşlar tutuklanmıştı. 15 aydır tutuklular, yatıyorlar Tekirdağ mahpusunda ve hala Devrimci Karargâh davası sanığı olmakla suçlanıyorlar, şimdiye kadar sadece iki kez hâkim karşısına çıktılar.
Salı günleri görüş günü, 15 yıllık sevgilisi Gülfer ve birkaç arkadaş yola düşüyoruz görüşe gitmek üzere. Gülfer de devletin gözünde arkadaş, nikâh yok ya ondan...
Toplam bir saatimiz var, ne anlatabilirsek, ne paylaşabilirsek sığdırıyoruz bir saate. Dönüşümlü üç günlük açlık grevinden yeni çıkmışlar, mideler bozuk ama moraller iyi, içimizde ne varsa alıp, verip çıkıyoruz.
Onların hasretle beklediği bu bir haftalık nöbet sona eriyor, gardiyanın "Süre doldu" cümlesiyle...
Başka bir tutsak yakını dayanışmayla bizi İstanbul'a doğru yola çıkarıyor. Onlar, metrekaresi belirlenmiş dar koğuşlarına, biz ise sınırları uçsuz bucaksız koğuşumuza geri dönüyoruz, kim özgür, kim tutsak onu bile bilmeden...
Bizim görüşe girdiğimiz saatlerde, iki yıldan fazla süredir tutuklu bulunan öğrencilerden Ali Deniz Kılıç ve Baran Nayır, hâkim karşısına çıkmayı bekliyor, aklımızın bir yeri Beşiktaş Adliyesi'nde. Bir umut, tahliye edilirler mi?
Kulağımıza babalarının "Bizim oğlana 20 yıl okul okutamadık, iki yılda içerde dünyaları okudu" lafı çalınıyor, yarım akıllı bir halde seviniyoruz. Sevincimiz kursağımızda kalıyor ama: "Tutukluluklarının devamına, duruşmanın 3 Nisan'da görülmesine", mahkemenin düşünme payı, hayatımızdan çalınan 105 güne tekabül ediyor...
Bir gözümüz de, Çağlayan Adliyesi'nde, Kocaeli Üniversitesi öğrencisi 15 öğrencinin davasında. İstanbul'a varıyoruz, dava hala başlamamış, saat 10.30'da başlaması gereken duruşma saat 15.30'da başlıyor, arkadaşlar izlemekteler, arada haber alıyoruz. Dava saatlerce sürüyor...
Ben, bu satırları Çağlayan'da beklerken, Deniz'in ve Benan'ın 15. Saatinde yazıyorum... Mahkemenin önü kalabalık, umudumuz gibi...
Dönüş yolunda bir kara haber daha alıyoruz, Kürt Özgürlük Hareketi'ne yakın olan basın emekçilerine ve Sosyalist basın emekçilerine sabahın erken saatlerinde bir kış operasyonu yapılmış. Hemen isimlere bakıyoruz tanıdık var mı? Olmaz mı hiç? Evrim, Zeynep, Çağdaş, Arzu, Güneş, Yüksel... Yüreğin, aklın bir yanı hemen onlara akıyor.
Hükümlü de olsa, tutuklu da olsa, gözaltında da olsa onlar bizim arkadaşımız, sırdaşımız, yoldaşımız. Biz, onlarla cezaevinde birlikte yatmasını da biliriz, cezaevi kapısında da, mahkeme kapısında da, dayanışma göstermesini de biliriz. Basın emekçilerinin olmadığı yerde, onların yerine gazete satmasını da, haber yapmasını da biliriz. Yokluklarını hissettirmeyeceğiz ve onları oradan alana kadar haberleri biz yapacağız, gözleri arkalarında kalmasın... Bayrağı yükseltmek gerek, yukarı...
Onları alanlara da bir sormak gerek! Öğrenemediniz mi? Mücadele etmek ve direnmek bizim için yaşamın öbür adı. "Vazgeçin" demenizin bizim bir manası yok. Biz sizin dayattığınız yaşama razı olmadığımız için, kardeşçe ve özgür bir yaşam istediğimiz için, yoksulun ezilenin yanında olduğumuz için sizinle aynı safta değiliz. Bedeli ne olursa olsun... Bedeli ölçmek sizden, ödemesi bizden! Unutmayın ama karşılığı ağır olacak...
Uzaklardan bir dost selam veriyor hepimize, Metin Altıok: "Durmadan avuçlarım terliyor / İnildiyor ardımdan / Girdiğim çıktığım kapılar. / Trenim gecikmeli, yüreğim bungun / Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar. Ne zaman bir dosta gitsem, Evde yoklar.
Biz ise selamlaşıyoruz bir daha. Zeynep'in, Evrim'in ve Çağdaş'ın sallanan başparmaklarının üç boğumunda...
Her şey yeniden başlıyor... (AS/HK)