Doğruysa eğer; hür dünyada çoğulcu demokrasiyle yönetiliyoruz. Ama daha vahim olan, demokrasiyle yönetildiğimizi sanıyoruz, kanımca…
Yargılanamayan suçlarla çevrili bir evrende, hür dünyanın demokratları gibi yaşıyoruz. Bu topraklarda yargılanmayan cürümlerin artık sadece vicdanlarımızın unutmadığı suçlar hanesine yazıldığı bir sistemde demokratik hukuk devleti yutturmacasına hala inanıyoruz.
İnsanın olduğu yerde umut vardır, tükenmez. Hala, demokrasi…
Peki, neden diktatörlük?
Emperyalist dünyada sınıfsal, ulusal ve ırksal çelişkiler keskinleşiyor. Denetim istemeyen güçlerin hepsi para kazanmanın derdiyle sadece çevreyi değil her şeyi kirletmekle meşguller. Onlar düzenlerin devamı için, insanları kendi ülkelerinde demokrasiyle yönetildiklerine inandırıyorlar.
Burjuvazisi olan devletlerin demokrasisinde; batı demokrasisi ya da çoğulcu demokrasi, uzlaşma demokrasisi, parti demokrasisi gibi adlandırmalar aldatıcıdır. Sürekli yenilikler üretmek, yeniden ve yeniden sistemi ayakta tutmak için çaba gösterenler demokrasiyi yeniden adlandırarak mal gibi piyasaya sürerler. Demokrasi onlar için bir iştir ve işten ibarettir. İnandırırlar insanları ve yaydıkları söylentilere göre yaptıkları demokratiktir, hukukidir ve bu demokrasiler için şarttır; yoksa demokrasi çöker. Bu nedenle batı demokrasisi, ilericidir, çoğulcu demokrasi açık ve şeffaf yönetim modelini benimser ve popülerdir.
17. ve 18. yüzyıllarda demokrasi tanımı yapıldı ve ne olduğu açıklandı. Bu açıklamaların siyasal bakımdan doyurucu yanları olmakla birlikte demokrasi tanımının eksik kalan bilimsel ve sınıfsal tanımını sadece Marksizm yapabildi.
Geçtiğimiz yüzyılda sürekli propaganda haline dönüşen yalanları ve diktatörlük kavramının nasıl çarpıtıldığını anımsayın. Yıllardan beri demokrasinin kapitalist toplumların ürünü olduğunu, ama sosyalist ülkelerin diktatörlükle yönetildiği düşüncesini kabul ettirmeye çalışmadılar mı? Geçmiş yüzyıldaki bu propagandanın proleter demokrasiye açıkça bir saldırı ve iftiradan başka bir şey olmadığını sosyalistler sürekli anlatmaya çalıştı. Böylece kapitalist sistemin ürünü olan burjuva demokrasinin ne kadar cici olduğuna inandırılan insanları sömüren ister devlet ister başka bir güç olsun dünyanın bu hale gelmesinde ne kadar büyük pay sahibi oldukları unutulmamalıdır.
Peki ya diktatörlük dediğiniz veya burjuva demokrasisinde diktatörlük dediğiniz nedir?
Lenin’in çoğu zaman vurguladığı gibi; “diktatörlük devlet iktidarından başka bir şey değildir; demokrasi ise, yalnızca hükümet biçimlerinden biri, bu iktidarı kullanma yöntemlerinden biridir. Demokrasi şu anlamda diktatörlükten ayrılmaz, devlet iktidarı olmadan tek başına demokrasi var olamaz. Öte yandan, devlet iktidarı, demokrasiyle ortak hiçbir yanı olmayan yöntemlerde kullanabilir” (Teoride ve Pratikte Burjuva Demokrasisi- Alexei Mishin, Bilim Yayınları 1976)
Marksizm, demokrasinin; halkın soyut egemenliği ya da çoğunluğun soyut egemenliği değil, bir devlet biçimi olduğunu kanıtlamıştır. Egemen çoğunluk, tarihsel ve toplumsal bakımdan her zaman için verili bir egemen sınıfın çoğunluğu olmuştur. “Lenin şöyle der: “Hayır demokrasi azınlığın çoğunluğa tabi olmasıyla aynı değildir. Demokrasi azınlığın çoğunluğa tabi olduğunu kabul eden bir devlet biçimidir” (Age. Dipnot 2.Lenin Toplu Eserler. c.25)
Başka bir okuma yöntemiyle değerlendirmek istersem, demokrasinin her zaman için sınıfsal bir kavram olduğunu söylemeliyim. O nedenle demokrasi bir sınıfın elinde sınıfsal karşıtlarını baskı altında tutma aracıdır. Yaşanan ekonomik ve siyasal düzene bakıldığında sömürücü devletlerin bu sınıfsal görevlerini fevkalade iyi yerine getirdiklerinin kanıtı, tartışmasız günümüz dünyasının acı gerçekleridir. Burjuva demokrasisi sömürülenlerin taleplerini hesaba katsa veya katmak zorunda kalsa bile, çıkarları ve iradesi sömürülenlerin iradesiyle örtüşmez ve hiçbir zaman da aynı olmaz, olmamıştır. Bu yüzden böyle bir demokrasi koşulları altında “egemen çoğunluk”, her zaman egemen sınıfın kendisinin, yani görünüşte halk adına, ancak ve ancak aslında kendi çıkarları doğrultusunda burjuvazinin çoğunluğundan ibarettir… Eğer memleketinizin bir burjuvazisi varsa, demokrasisi de ona uygun olur. Yoksa haliniz kasabalılıktır ve iki arada bir derede kalmış gibi çaresizlikten her şeye “demokrasi” denir ve her şey “demokrasi” ile açıklanmaya çalışılır… İşte aldanmanın ve bu aldanışla yaşamanın tam adı budur. Eksikliğiniz sınıfsaldır ve sınıf mücadelesinden vazgeçmiş olmanın dayanılmaz yenilgisidir.
Bu tür burjuva demokrasisine sahip olan ülkeler için sistem, burjuva demokrasisi temeline dayalı devlet biçimidir. Egemen sınıf çoğunluğu yönetir. Kendi idaresini yasalara dönüştürür ve bunları uygulayacak temsili kurumlarını yaratır. Devlet çeşitlerinden biri olarak ülkeyi yönetirken kişilere karşı örgütlü bir gücü ve hatta sistematik kuvvet kullanımını temsil eder.
Devlet biçimi olarak demokrasi antik çağda şehir devletlerinden doğduğu zaman dolaysız, bir başka deyişle doğrudan demokrasiydi. Temsili bir kurum tanımazdı ve yoktu zaten. Çünkü devlet yönetimiyle ilgili sorunlar halk meclislerinde, tüm özgür yurttaşların doğrudan doğruya ele aldığı sorunlardı. Ama bütün bunlar antik çağda geçerli olan devlet biçimleri, artık antika.
Örneğin günümüzde devletlerin yürütme organının yetkilerini alabildiğine genişlettiği emperyalist bir devlet olan ABD hükümeti; hangi yönetim biçimini kabul ederse etsin, önemli görülen yürütme işini yerine getiren dar bir sınıfsal kurumdur ve egemen sınıfın temsilcisidir.
ABD Başkanı, hükümet içinde özel bir rol oynar. Kapitalist ülkelerde hükümet başkanı gerçekten de “diktatör yetkileriyle” donatılmıştır. Sadece hükümette kimin yer alacağına değil, aynı zamanda devletin başlıca politikalarının ne olacağına da o karar verir. F.W. Benemey “The Elected Monarch” (Seçimle İşbaşına Gelen Hükümdar.1965) adlı eserinde şöyle der: “Başbakan egemendir- bu şu anlama gelir; teorik olarak, temelde parlamentonun iradesine bağlı bir parlamento üyesi olduğu halde mutlak bir otoriteyle yönetir”(Age, syf. 47).
Amerika Birleşik Devletleri'nde Başkanın elinde toplanan yetkileri inceleyen Amerikalı siyasal bilimci Clinton Rossiter’in, Alexei Mishin’in anılan kitabında atıf yapılan bir görüşünü alıntılayalım:“Clinton Rossiter, başkanlık yetkisi konusundaki incelemesinde, Birleşik Devletler’de başkanın işlerini şöyle sıralar: devlet başkanı, en yüksek yürütme organı, dış politika lideri, ulusal silahlı kuvvetlerin başkomutanı, baş yasa yapıcı, parti lideri, halkın tek sözcüsü, barışın savunucusu, ulusal zenginliğin baş yöneticisi ve Rossiter’in hür dünya olarak adlandırdığı ülkelerin lideri.”
Amerikan basınında bu yetkilere sahip Başkanın neler yapıp neler yapamayacağı sıklıkla ve yıllardır sürekli tartışılır. Yeniden tartışmalar başladı. Seçimle gelmiş Başkan Trump yüzünden ABD bu günlerde demokrasiyi ve seçimi yeniden tartışıyor…
Emlak ve inşaat firması sahibi, oteller, kumarhaneler, golf sahaları ve daha birçok yapı inşa etmiş olan Dünyanın En Zengin 400 insanı içinde yer alan Amerikalı iş adamı Donald John Trump 20 Ocak 2017’de ABD’nin yeni Başkanı sıfatıyla mevcut başkan Barack Obama'dan görevi devralacak.
Seçimle gelen Başkan Trump’ın; ülkeyi yıkıma sürükleyecek ve dünyaya felaket getirebilecek bir diktatör haline gelmesi olasılığı konusundaki korkular ABD’de yeniden canlanmıştır.
Sorumluluk duyan Amerikalılar ve bilim insanları sistemi yıllardır tartışıyorlar (age. syf 47) ve Başkanın geçici olarak, belki bir sinir bunalımı, belki bir yorgunluk anında ulusu tehlikeli bir işe karıştırması olasılığını ortadan kaldırmanın yollarını arıyorlar.
Bir hatanın, geri dönülmez bir kararın; Amerika’daki Başkanlık kurumu için ödenmesi gereken bir diyet olmasına izin verilmemesinin yollarını sağlamak istiyorlar. Kim bilir?
Onları kaygılandıran büyük bir gücün bir kişi elinde toplanmasıdır.
Belki de geçmişte birçok defa görüldüğü üzere, demokratik yönetim, kendisine olağanüstü yetkiler tanınmış bir kurumun yardımıyla kolaylıkla bir otoriter rejimle değiştirilebilir korkusudur, kim bilebilir?
Ne demiştiniz acaba; demokrasi mi?
Diktatörlük mü dediniz? (Fİ/HK)