Kendimi bildim bileli sinemaya gitmeyi ve film izlemeyi çok severim. 1970'lerde başlayan çocukluğuma Salihli mekanları ve insanları eşlik etti benim. Yaz gecelerimizi şenlendiren meşhur Kenan Evren Parkı karşısındaki açık hava sinemasını hiç unutamam.
Sinemada o akşam yerimiz arka taraftaysa en öne gider, diğer çocukların yanında bir sandalyede yer bulur, ekrana yapışacak gibi izlerdim filmleri.
Sanki ekrana ne kadar yaklaşırsam o kadar içine girerdim filmlerin. Bruce Lee filmlerini yan sandalyedeki erkek çocuklar karate hareketleri eşliğinde izlerken, bazı sahnelerde çok korkup ellerimle gözlerimi, kulaklarımı ve de nedense burnumu kapattığımı hatırlıyorum.
Öylece durup sahnelerin geçmesini beklerdim, ben izlemezsem gerçek değilmiş gibi olurdu ekrandaki yaşananlar. Kötü sahneler bitince tekrar devam ederdim filmi izlemeye.
O dönemdeki bir acayip karışık ortamda, çocuk aklımla "ülkücü" lafını nedense çok gizemli ve havalı bulduğumu hatırlıyorum. Mahallede çocuklar birbirimize gizli gizli sorardık "sen nesin" diye. Ben, "ülkücüyüm" derdim. Babam çok kızardı, anlayamazdım.
İçi miflonlu yeşil parka
TÖB-DER'li babamla birlikte gittiğimiz pazaryerinde, bir grup ülkücünün babamı gözlerimin önünde dövüşünün ardından, bu topraklarda bir ömür boyu her türlü ülküden uzak durmaya yemin ettim.
Hani bugün bir kameram olsa ve altı yaşındaki Özlem'in gözünden 1970'lerde Türkiye'yi çekecek olsam; o pazaryerini, soğuk bir kış gününde üzerimdeki içi miflonlu yeşil parkamı, babamın elimi tutuşunu, yerde bir örtü üzerinde satılan patatesleri, bir anda babamın elinin kayıp gidişini, o ilk yumrukta babamın gözlüğünün patatesler üzerine düşüp kırılmasını ve patates satan kadının beni çekip şalvarının ardına gizlemesini anlatırım ilk.
Parkam dışında her şey siyah beyaz olur bu filmde çünkü babamın kanayan burnu dahil bende kalan bütün anı nedense siyah beyazdır. Büyük ve toplu yaşanan gerçeklikler, o anları yaşayan bir insanın gözünden, aklından ve yüreğinden süzülürken küçülür belki, ama gerçek dediğimiz şey, aslında tam da budur. İnsana dairdir.
Beğendiğim filmlerle arama bir türlü mesafe koyamayışım, çok sahici hislenişim sanırım çocukluğumun sinemalarında hep önde oturmaktan oldu benim.
Hüzün, sevinç, öfke ve çokça heyecan duyarım izlerken beğendiğim filmleri, çıkınca da o duygu benimle birlikte kalır. İşte Roma da böyle bir film oldu benim için.
Bir sürü insanın "ne var ya bu filmde", "hiçbir şey anlamadım" "çok sıkıldım" vs deyip beğenmediği ve hatta aşağıladığı bu filmi, ben başından sonuna ekrana yapışıp izledim ve de çok etkilendim. Çocukluk, ezilmişlik ve kadınlık hallerine dair bir sürü şey buldum kendi payıma bu filmde ben ve Oscar almasına da çok sevindim.
Az sonra gelecekmiş gibi
Film, bir ailenin ve hayatın sıradanlığı, bir köpeğin dışkısını bin kere temizlesen de bin birinci kez yine aynı yapması ve bitmeyen nafile çabalarla başlıyor. Yakın çevremdeki yorumlardan görebildiğim kadarıyla, bazı izleyiciyi de sanırım tam bu sahnelerde kaybediyor veya uykunun şefkatli kollarına teslim ediyor. Yok eğer izlemeye devam ederseniz, kocaman Ford Galaxy arabasını milim hesaplarla daracık bir alana park eden "baba" Antonio ile tanışıyorsunuz.
Antonio bir müddet sonra Sofia'yı ve çocukları bir başka kadın için terk ediyor. Sofia terk ediş sahnesinde Antonio gitmesin diye adeta ona yapışıp bırakmıyor ama o yine de gidiyor.
Sofia, Antonio hiç gitmemiş, az sonra gelecekmiş gibi yapıyor ama Antonio asla geri gelmiyor. Sofia için üzülüyorsunuz, ama bir yandan Cleo için daha çok üzülüyorsunuz. Kadınlığınıza dokunuyor tüm bu olanlar.
Sofia'nın kendisine ve hayatına bir beden büyük gelen kocasının arabasını bir türlü park edemeyişi, Antonio'nun artık eve dönmeyeceğini kabul ettiği noktada arabayı satıp kendisine küçük bir araba alması ve onu bir çırpıda park etmesi, eve sarhoş geldiği bir sahnede Cleo'ya "Yalnızız, biz kadınlar hep yalnızız" deyişi, söylense de Cleo'nun hamileliğine sahip çıkışı, dört çocuğu ile yeniden bir hayat kurabilmesi Sofia'yı da içten içe sevmeme neden oldu benim.
Cleo'nun yüzme bilmemesine rağmen, hayatı pahasına çocukları boğulmaktan kurtarış sahnesi muhteşemdi. Cleo, film boyunca sessiz bir şefkat yumağıydı adeta, çocukları sarıp sarmalıyordu. Fermin'i beklerken Süpermen kılıklı dövüş sanatı hocası ile aynı anda "olağanüstü bir şey yapıp", gözleri kapalı halde dengede durabilme iradesi ve gücü gösterebilen Cleo'yu çok sevdim ve etrafındaki herkes sallanır, yalpalarken dimdik durabilmesini takdir ettim ben.
Cleo gibi çamurlara bata çıka
Evin hizmetçisi Cleo'nun Fermin, evin hanımı Sofia'nın Antonio tarafından terkedilişi ve yaşadıkları duygular, biz kadınlara çok mu yabancıdır sizce? Fermin'in aslında bizi sevdiğine kendimizi inandırdığımız, bir yatakta gülümseyerek Fermin'e bakıp olanları anlamlandırmaya çalıştığımız, hamile olduğumuzu duyunca kaçıp giden Fermin'lerin peşinden Cleo gibi çamurlara bata çıka gitmişliğimiz elbette vardır.
Meksika'da 1971 yılında gerçekleşen Corpus Christi katliamı'nda "şahinler" adı verilen paramiliter grup, gösteri yapan çoğu öğrenci 120 kişiyi öldürmüştür. Fermin, işte bu şahinlerdendir ve katliam esnasında bir bebek mağazasında alışveriş yapmakta olan Cleo ile karşılaşır. Fermin'in elinde silah vardır ve Cleo, korkusundan bebeğini kaybeder.
Sofia'nın gittiği bir davette, alkolü fazla alan Billy, Sofia dışarı çıktığında yanına gelip ona sarılmayı kendinde hak görür, sarhoşsun deyip onu kibarca reddettiğinde "sen de istiyorsun, biliyorum" der, ısrar eder. Sofia Billy'i ittirir, incinen gururu ile "o kadar da güzel değilsin" der giderken Billy. Ama gider. Cleo, bir kapının kenarından olayı görmüştür, Sophia ile göz göze gelirler.
Oysa bir başka zaman ve mekanda Billy, Berk ve Çağatay olur. Şule Çet'i bırakıp gitmez, çünkü Şule'nin de istediğinden emindir. Kendinde hak görüşü, ısrarı, incinen gururu ve uzayan gece artık bir başka türlüdür.
8 Mart yaklaşırken
İstanbul'da bir plazanın 20. katında Cleo'nun ve bizlerin bakışlarından çok uzakta, gözlerini geceye ve hayata kapatır Şule Çet ve kadın olmanın gerçekliğini bir kez daha bize hatırlatır.
1970lerde Meksika'da kirli bir iç savaş yaşanırken, filmin yönetmeni Alfonso Cuaron, yaşadığı Roma mahallesini, sınıfsal farklılıkları, etrafını saran insanları ve sıradan hayatları nasıl görüp hissettiyse öyle anlatmış bize. Siyahla ve beyazla anlatmış. Bunu yaparken de kendi gerçekliğini bize çok iyi geçirmiş ya da ben ekrana çok yakın oturmuşumdur yine, bilemiyorum...
Neyse, hazır 8 Mart yaklaşıyorken siz en iyisi Roma'yı kadınların penceresinden izlemeyi deneyin ve Cleo'nun tek ayağı üzerindeki yükselişine ve gücüne tanıklık edin. (PT)