“Kurak Günler” için yazmak zor. Hele de benim gibi filmin sonunda oturduğunuz koltuktan bir müddet kalkamamışsanız, daha zor. Bu yazı sadece bir izleyici yorumu değil. Adliye koridorlarında dolanırken hakim Zeynep’ten adalet bekleyen bir avukat, içinde ve etrafında açılan obruklara bakarken korkan bir yürek ve her daim bir yanının Pekmez olduğunu bilen bir kadın tarafından yazılıyor. Tüm bunları bilerek satırları okuyun isterim.
Filme dair yazılacak çok şey var, lakin benim için filmin en etkileyici metaforu obruktu. Beş yıl önce annemi kaybettiğimde, içimde açılan şey devasa bir obruk oldu benim. Bu dünyada varlık bulmuş ve de bir hayat yaşamış annemin, bizlerin anıları dışında hiçbir iz bırakmadan yok olup gidişini bir türlü kabullenemedim. Bu hayatta onun yokluğuyla açılan obruğu kimsenin görmüyor olmasını da çok zalim buldum.
Kayıplar ve yeri dolmayan boşluk hissi, salt kişisel hikayelerimizden ibaret değil. Bir obruğun kenarında dururken, içini bizzat bizim boşalttığımız kolektif bir eylemin de sonucuna bakıyoruz aslında. Üzerinde durduğumuz zeminler sarsılıyor, çökerken bizi de içine çekmek istiyor bu topraklar. Bir çeşit köksüzlük ve öksüzlük hissine teslim oluyoruz. Ama bir yandan da orada kalmak ve toprağa tutunmak için direniyoruz. Tam da bu nedenle “Kurak Günler”, dev bir ekranda ahvalimizi izlemekle eşdeğer oldu bazılarımız için. Bitince de bir müddet koltuklarımızdan kalkamadık.
Yanıklar bir küçük evren ve memleket hali. Çeşmesinden bir damla su akmaz, boğucu havada alnımızda terler birikirken bazen bir bidon, bazen sallanan bir sopa, bazen de bir tüfek şiddete araç olmuş, adeta sırasını bekliyor. Uyanıyoruz ama yüzümüze çarpacak suyumuz yok, bir türlü kendimize gelemiyoruz. Kasabanın ortak utancı herkesin normali olmuş. Herkesin her şeyi bildiği ama suskunlukla mühürlenen bir sırlar evreni Yanıklar. Yolsuzluk, linç, iki yüzlülük ve kendi zalimine aşık olma hali Yanıklar sokaklarında kol geziyor. Hem kendi hem de karakterleri gri Yanıkların. İyileri tamamen iyi değil, kötüler ise evet çok kötü.
Emre’yi sevdim mi derseniz, cevabım hayır. Devletin koskoca savcısı Emre. Sadece Yanıklar’da değil, ne zaman ve nereden çıkacağını bilmediği farelerle paylaştığı bir evinde de sıkışıp kalıyor. Domuz avına karşı çıkıyor ama kendi evindeki farenin avcısı. Bir yanıyla kibirli, diğer yanıyla ürkek bir hali var. Kibirli bir karakter ama güçlü ve dokunulmaz değil. Emre o masaya oturmasaydı, bari o kadehi kaldırmasaydı, ama ikinci kadehi içmeseydi, asla o gülüşlere ortak olmasaydı istedim film boyunca. Ama Emre işte oradaydı. “Oturup her şeyi neden seyretti ki, yoksa Pekmez’in güzelim saçlarına dokundu mu?” sorularından film boyunca hiç kurtulamadım. Ne Emre’nin sarhoşluğu, ne de içkisine atılmış hap ihtimali benim gönlüme su serpmedi. Malum, serde avukatlık var; bir hap alınca “kafam güzeldi” deyip tüm sorumluluğundan kurtulacağını sanan sanıkların ifadeleri gelip durdu aklıma. Velhasıl sevemedim Emre’yi.
Filmin en acımasız karakteri kimdi diye sorsanız, tereddütsüz Zeynep derim. Zeynep bir “hakime hanım” ve güçlü bir karakter. Güç sahibi olduğunun farkında ama gücünü durumları idare ederek ve imalarla kullanıyor. Yemek masasında evin reisine ait olan yerde oturuyor, kasabada “ne derler” demeden yakıp sigarasını içiyor. Bu hayatta adil olmasını beklediğimiz güç sahibi Zeynep hakimlerin, hem bizi hem de Pekmez’i yüz üstü bırakışına tanıklık ediyoruz film boyunca. Sanki kasabanın tüm zalimliği ve ağırlığı Zeynep hakimin sigarasından üflediği dumanla hafifliyor ve Yanıklar’ın havasına karışıveriyor. O acımasızlığı, elindeki güce rağmen bile isteye susma halini görmek, beni sinema koltuğunda çaresiz hissettirdi. Bu nedenle Zeynep’i çok acımasız buldum ben.
Gülüş, güçle harmanlandığında o gülüşü hep ürkütücü bulmuşumdur. Gülme ve alay, egemenin ve egemen kültürün şiddet aracına da dönüşebilir. Zor olanı kolaylaştırır. Zalimin gülüşüne eşlik etmek, bir nevi suça iştirak haline dönüşür. O nedenle Şahin’in tehditkâr gülüşü mü, yoksa yancısı Kemal’in gülüşü mü daha ürkütücüydü gerçekten bilemedim. O gülüşler av peşinde koşarken ortaklaştığında, kendimi Emre ve Murat’ın yanında soluksuz biçimde kaçarken buldum. Kaçışa dair filmden sonra aklımda kalan sahne ise ellerdeki silahlar değil, yüzlerdeki o gülüşler oldu.
Murat’a üzüldüm. Yanıklar’dan gidemeyişine ve o evde kalmaya razı gelişine daha çok üzüldüm. Yanıklar’da her çeşit şiddetin mağduruyken, Pekmez’in çığlıklarına pencerelerini kapatıyor olmasını ise affedemedim. İstedim ki Emre ile birlikte Pekmez’i çekip kurtarsınlar o bahçeden, obrukları da hep birlikte aşabilsinler. Bu nedenle Pekmez’in Yanıklar’da kaldığı bir sona gönlüm hiç razı değil.
Haklının güçlü olması gerekirken, güçlünün haklı olduğu Yanıklar’dayız Pekmez ile birlikte. Yanıklar, ortağı olduğumuz bir suç mahalli olmuş; homofobiden linç kültürüne, tecavüzden yolsuzluğa içinde var olduğumuz bir düzeni izliyoruz. Bunu yaşamaya alıştık, yaşarken yanımızdan teğet geçip gidenleri görmüyoruz belki. Ama tüm bunları koca perdede tüm çıplaklığıyla izlemeye gönlümüz elvermiyor. Emin Alper tüm bunları hiç gizlemeden perdeye taşıyor, bizi de bile isteye seyre zorluyor. Filmin sarsıcılığı da buradan geliyor diye düşünüyorum.
Kültür Bakanlığı’nın film için verdiği desteği geri istemesine en iyi cevabı yine seyircinin, yani bizlerin vermesi kadar güzel bir şey yok. Kurak Günler’i izlemediyseniz mutlaka izleyin. İzlemek ve oturduğumuz koltuklarda sarsılmak hepimize iyi gelecek.
Güçlüler şimdilik haklı olsa da, etrafımız obruklara kuşatılsa da, peşimizden avcılar koşsa da benim yerim Yanıklar’da unutulmuş Pekmez’in yanıdır. Bilinsin istedim. (ÖA/AS)