Türkiye'de seyirciyle ilk kez 33. İstanbul Film Festivali'nde buluşan Tracks / Çöldeki İzler filmi, Cuma günü 18 kopyayla vizyona girdi. Gösterildiği tüm uluslararası festivallerden büyük övgülerle dönen film yer yer çöl sıcakları yaşadığımız bu günlerde yüreklere su serpmek için bire bir.
Yönetmenliğini John Curran'ın yaptığı, başrollerinde ise Mia Wasikowska ve Adam Driver'ı izlediğimiz film Robyn Davidson'ın 1977 yılında Avustralya çölünü tek başına aşmasının hikayesi. Film de Davidson'ın bu macerayı kaleme aldığı kitaptan uyarlanmış zaten.
Tek başına dediğimize bakmayın. Dokuz ay sürecek, 2700 kilometrelik bir yürüyüş tek başına imkansız elbette. Robyn de bunu bildiği için yanına biri henüz yavru dört tane deve alıyor. Çünkü çöl ıssız bir ada olsa (ki aslında bir bakıma öyle), "ıssız adaya düşerseniz yanınıza alacağınız üç şey ne olurdu?" sorusunun cevabı "deve, deve, deve".
Filmin ilk yarım saati Robyn'in bu uzun ve çetin yolculuk için yaptığı hazırlıkla, yani kendisine deve(ler) almaya çalışmasıyla geçiyor. Neredeyse iki yıla yayılan, kah kandırılmakla, kah çetin çalışma şartlarıyla geçen bu süreçte Robyn'i birazcık yakından tanıyor, biz şehirli fanilere "deli işi" gibi gelen bu yolculuk motivasyonunun ardındaki sebepleri öğrenme, geçmiş travmalarını görme şansına kavuşuyoruz. Robyn sonunda develerine kavuşuyor ve yolculuğuna başlamaya hazır hale geliyor ama heyhat çölde yürümek için bile maddi desteğe yani sponsora ihtiyaç var ve National Geographic dergisi genç kadının bu isteğini kabul ediyor. Hiçbir yardım bedelsiz değil elbette: Dergi Robyn'in peşine Rick Smolan adında bir fotoğrafçı takıyor ve yolculuğun önemli anlarının kayıt altına alınmasını, dergide yayınlanmasını istiyor. Robyn'in sadece kendisi, yanındaki hayvanlar ve çölle birlikte yaşamak istediği bu insansız macera bir miktar yara alarak da olsa başlamış oluyor böylece.
Çöller hakkındaki tek fikrim çöllerin fotoğraflarda ve belgesellerde (yani uzaktan bakınca) güzel göründüğü, insanı öldürebilecek kadar sıcak olduğu, yılan, çıyan ve daha bir sürü tehlikeli hayvanla dolu olduğu. Fikrimde yanılmadığımı film boyunca anlıyorum. Robyn de anlıyor, ama zaten buna hazırlıklı, temkinli, korkak, ürkek, çekingen değil. Ara ara ailesi ve çocukluğuyla ilgili yaşadığı flashbackler dışında çok kırılmıyor direnci. Peşindeki geveze fotoğrafçıya, macerasını keşfedip etrafını saran turistlere, yolculuğunun en zorlu etabını hasarsız atlatmasına yardımcı olan Aborjin arkadaşı Eddy'ye rağmen yalnızlığa dayanamadığı anlar oluyor ama sonunda hep ayaklanıp devam ediyor yola. Sonunda muradına eriyor ve dokuz ay boyunca kendini kavuran çöl kumlarından serin okyanus sularına atlamayı başarıyor.
Film insanın doğaya meydan okuması mı, bir insanın kendi içsel yolculuğu mu, olayın geçtiği yıllara dair eleştiriler içerir mi, feminizm barındırır mı, Aborjinlerle ilgili bir şey söyler mi, kahramanın iç dünyasına gerçekten hasıl olabildik mi, fazla mı mesafeli durduk, neler oldu, nasıl oldu?
İki saate yakın süren Çöldeki İzler'i izledikten sonra bu soruların hepsini sorabiliriz. Hepsinin cevabı evet olabilir. Hepsinin cevabı hayır da olabilir. Bana sorarsanız yönetmen de böyle istemiş. Robyn Davidson'a Robyn Davidson kadar yakın duralım ama özdeşleşmeyelim de, çöl kumunda onunla birlikte yürüyelim ama ayak izlerimiz görünmesin. Çöle aşık olalım ama filmi izleyince çölde yolculuk yapmaya heves etmeyelim.
Dememiz o ki film aldığı övgüleri sonuna kadar hak ediyor, Mia Wasikowska kariyerinin en başarılı performansını sergiliyor, Adam Driver ona pek de güzel eşlik ediyor, Mandy Walker'ın kamerasından gördüğümüz Avustralya çölü muazzam güzel, Garth Stevenson'ın müzikleri tam da çölde kumlara uzanıp yıldız seyretmelik.
Bu çok açıklanabilir bir durum değil ama yazının başında da dediğimiz gibi yaz sıcağında çöl serinliği arayana deva olacak Çöldeki İzler. İnanmayan izleyip görsün. İyi seyirler.