Bazı yazar ve yönetmenlerin daha önceki işlerine bakarak sonraki işleri için kredi sağlamak, en azından benim yaptığım bir şey. Edebiyat ve sinema tarihi yaptığı işler ve kişilikleri, eserleri ve siyasi fikirleri arasında uçurumlar olan yazarlar ve yönetmenlerle dolu. Zeki Demirkubuz, Türkiye sinemasına kazandırdıkları değerlendirildiğinde bazı söylemleri ve bazı nispeten kötü yönetmenlik denemeleri açısından mazur görülebilecek usta bir yönetmen. Söze bunu belirterek girdikten sonra Cuma günü vizyona giren son filmi Bulantı’dan bahsetmeye başlayabiliriz.
Bulantı henüz vizyona girmeden önce hakkında çıkan haberler; filmin Demirkubuz’un en şahsi yönetmenlik denemesi olacağı gerçeği, Dostoyevski bağlantısı, neden başrolü kendisinin oynayacağı gibi bazı detaylar merak ve tartışmaları da beraberinde getirmişti. Tam basın gösterimden önce filmi hakkında konuşurken Nuri Bilge Ceylan hakkındaki görüşlerini açıklaması ve yaklaşan siyasi fırtına için düşündüklerini söylemesiyle ortalığı biraz karıştırmış oldu. Filmi bu söylediklerinden bağımsız izlemeye ve değerlendirmeye çalıştım, yazının girizgahını da bu sebepten böyle bir açıklama ile yaptım.
Öncelikle Bulantı’nın tamamen bir üst-orta sınıf beyaz Türk filmi olduğunu, diğer sınıflardan da bahsettiğini ve temel meselesinin bu sınıflar arasındaki her türlü ilişkiyi ve bu ilişkinin zaman zaman geçirgen, zaman zamansa bir kast sistemi gibi işlediğini anlatmak olduğunu belirtelim.
Film; bu anlatıyı orta yaşlarını yaşayan bir üniversite hocasının gözlerinden, onun içine düştüğü durumlarla yaşadığı zorluk, çelişki ya da kolaylıklar üzerinden kuruyor. Filmin başında yaşanan ama seyirciden özellikle gizlenen trajedi; aslında filmin devamında yaşayacağımız içe atma, yok sayma, üstünü örtme gibi kimi sınıfsal tercihlerin habercisi gibi.
Bir hayli korunaklı üst sınıf yaşantısı içinde kendini ailesinden ve ona sıkıntı olarak dönebilecek her türlü ilişkiden soyutlamış olarak yaşayan Ahmet (Demirkubuz), hayatından çıkanların yerine zaten başkasını almıştır ve bu çıkış sanki işleri kolaylaştırmışçasına yeni durumdaki yerini gayet güzel bulmuştur. Ahmet’in dünyasına; kadınlarla, iş yerindeki duruşuyla, evini temizleyen insanla olan ilişkisine ve kardeşiyle yaşadığı kısa ana bakarak dalarız. Bu haller, filmin tamamına yayılırken kişiliği ve sınıfsal kaygılarıyla ilgili fikir sahibi oluruz. Hayatındaki kadınlar ve onlara davranışları aynı zamanda kadınların kişilikleri ve mensup oldukları sınıfa göre değişir.
Ahmet kötü bir adam değildir, köşeli değil yuvarlak bir adamdır. Kötü olduğunu gördüğümüz anlar aslında sıradan ya da düz kötülük diyeceğimiz, hatta kimi yerde iyilik gibi görünen şeylerdir. Vicdanını rahat tutmak, ailesini itmek, bir kadını hayatından çıkarmak için kullandığı yöntemler tanıdık, sıradan ve kötü görünmeyecek hatta burjuva ahlakına çok uygun olduğu için incelik gibi bile görünebilecek şeyler.
Düz kötüyü anlatmak için düz bir sinemayı seçmek, bazı yerlerde kör gözüm parmağına şeyler yapmak birer tercih olabilir. Ancak Ercan Kesal’ın varlığı ve üstlendiği rol, önceki Zeki Demirkubuz filmlerine yapılan göndermeler, ışık ve gölge oyunları, camlarda gördüğümüz yansımalar, adeta Gaspar Noe’nin “Irreversible” filmine ya da bir önceki filmi "Yeraltı’na yapılan atıf, filmi özel kılacak noktalar. Ben sinema yazan bir insanın gözüyle baktığımda bunları yakalayabilirken seyirci ancak Demirkubuz, NBC gibi yönetmenlere aşina ise bunları anlayacak ya da özümseyecektir. Bu da beni Demirkubuz’un bu şahsi filmi çekerken seyirci ile arasına mesafe koymak istediği, hatta seçkinci bir yol izlemeye çalıştığı sonucuna götürüyor. Final başka türlü olsa daha çok sevebilirdim filmi ama her ne kadar fazla ‘literal’ bulmuş olsam da bir yönetmeni kendi filmini yaparken ve sonlandırırken o şekilde görmekten kendi adıma haz duydum.
İsmiyle müsemma bir film izleyeceğimiz gayet ortada sonuç olarak. İlk yarım saatini atlatan seyirciye kimi yerde kahkaha da attırabilecek, sadece Demirkubuz’u oyuncu olarak merak edenlere bile yetebilecek, ilginç sınıfsal çıkarımlar yapabileceğiniz, mutlaka izlenmeyi hak eden bir film Bulantı. Demirkubuz sinemasında bir geri adım ya da tür değişikliğinin habercisi midir, bunu da bekleyip göreceğiz. Bir yönetmenin kendini filmin tam merkezine yerleştirme çabası sadece yönetmen tercihini değil aynı zamanda filmin içerdiği otobiyografik yanları anlatabileceği gibi, belli ego sıkıntılarını yansıtabilir. Ya da belki yansıtması için özellikle yapılmıştır. Filmde karşımıza çıkan karanlık ve mum ışığı eşliğinde çekilmiş sahneler; sadece bir yönetmen arkadaşa ve onun ödüllü filmine selam çakmak değil, aynı zamanda filmin anlattığı şeyi vurgulayan bir mekanizmadır. Mum ışığında büyüyen o gölge; Ahmet’in şişkin egosunu, egosunun büyüklüğü karşısında küçülen benliğini anlatır. Diğer tarafta ev temizleyen, belki de Ahmet’in istediği aileyi temsil eden alt sınıf kadını gölgesiyle bile küçük, kırgın ve boynu bükük durur. Bir Zamanlar Anadolu’nun mumlarıyla Yeraltı’na iner Ahmet. Kaçtığı şeye sığınır, orada vicdanını yıkar gözyaşlarıyla, af diler. Ancak final bize bunun standart vicdan mastürbasyonu mu yoksa samimi bir durum mu olduğu konusunda cevap vermez. O da seyircinin bakışına kalmış. İyi seyirler… (GH/HK)
* Bu yazı Filmloverss sinema sitesinde yayınlandı.