Hadi gelin itiraf edelim; hepimiz kedilere aşığız. Abartılı mı oldu? Çoğumuz kedilere bayılıyoruz diyelim o zaman. Tamam peki, kedilerle arası iyi olmayanımız da çok, kabul. Ama ne olursa olsun kayıtsız kalamıyoruz onlara. İnternette bir çılgınlık haline gelen kedi videolarından tutun da haklarında yazılan kitaplara, giyim eşyalarından ev eşyalarının üzerindeki figürlere kadar her yerdeler. Yetmezmiş gibi sokaklarımızı da paylaşıyoruz bu dört ayaklı, zarif, nevi şahsına münhasır dostlarımızla.
İşte dün gösterime giren belgesel “Kedi” de tam bu “hayatlarımızın ortasında duruşun hikayesini anlatıyor bizlere. İstanbul’un çeşitli semtlerinde, kimi atölyede, kimi lokantada, kimiyse gizli kapaklı tırmandığı balkonlarda yaşayan kedilerin, sokak kedilerinin masalı var karşımızda. Hiçbirinin sahibi yok, boyunduruk istemiyorlar. Başı boş, bıçkın, komik, koruyucu, hırsız, yoldaş daha birçok şeyler yaşadıkları mekanlar ve o mekanları paylaştıkları insanlar için.
Bu hem kedilerin hem de insanların filmi. En çok da İstanbul’un filmi aslında. Birçok uygarlığın gözdesi olmuş bu kadim şehir hep kedilerle, sokak hayvanlarıyla var olmuş. Şehrin ruhuna, dokusuna işlemiş kedilerin varlığı. Hep varlar, kafamızı kaldırıp bir yerlere baktıkça, bir soluklanayım diyerek çay içmeye oturduğunuzda, boğaz manzarasına karşı balık yiyelim dediğinizde nereden geldiklerini anlayamadan daha yanımızda yöremizde beliriveriyorlar.
Şehrin bekçileri, gizli sahipleri, bilge fertleri kedilerin her birinin kendi kişiliği olduğu gibi bir sürü de macerası, anlatacakları ve insanlara verecekleri dersler var. İstanbul’u özel kılan, hayatımızı biz istesek de istemesek de etkileyen kediler neyin peşinde, neden böyle çoklar, bizden me istiyorlar? Bunların ve benzeri soruların cevabı Kedi filminde. Filmin yönetmeni Ceyda Torun’la yaptığımız keyifli söyleşi de aşağıda. İyi seyirler ve iyi okumalar.
Önce biraz sizi tanıyalım. Kimdir Ceyda Torun?
Caddebostan’da yaşadığımız evin arka bahçesinde kedilerle büyüdüm. Daha sonra ailemle birlikte yurt dışına taşındık. Üniversitede antropoloji eğitimi aldım. Sonrasında İstanbul'a geri döndüm. Atlantik Film’de Reha Erdem’le çalıştım. 2000’lerin başıydı ve büyük bütçeli reklamların çekilebildiği yıllardı. Bunu Londra’ya taşınma, sinemanın her yönüyle ilgilenme dönemi izliyor. 10 yıldır da Amerika’da yaşıyorum. Dört yıl önce Kedi filminin de prodüktörlüğünü üstlenen arkadaşımlar bir prodüksiyon şirketi kurduk. Yönetmen ya da senarist olduğunuzda işin prodüksiyon kısmı elinizde değilse her zaman istediğiniz şeyleri çekme şansınız olamıyor bildiğiniz gibi. Biz de kendi istediğimiz gibi filmler çekebilmek için böyle bir yol seçtik ve ilgilenen yapımcılar da bulduk. Biri belgesel diğer ikisi kurmaca olmak üzere üç filmlik bir paket sunduk ve kabul edildi. Kedi’nin hikayesi de böylece başlamış oldu.
Kedi filminin yola çıkış süreci nasıl oldu?
Zaten her fırsatta İstanbul’a gelmeye çalışan, şehre âşık insanlardık. Kedilerin adeta rönesanslarını yaşadıkları bu dönemi değerlendirip belgesel filmi kurmacanın önüne çektik. Bundan on yıl önce olsa belki de bu filme finansman sağlayacak yapımcı bulmakta zorlanırdık ancak şu anda kedi videolarının gördüğü ilgi sayesinde yatırımcılara videoların izlenme oranlarıyla ilgili istatistik sunmak bile mümkün hale geldi. Üstelik her yerin kedi görselleri ve videolarıyla dolu olduğu izleme ortamlarında kedileri ciddiye alan ve anlatan bir eser yoktu. İstanbul’da üç aylık bir araştırma dönemi geçirdik. 2014 yazında 2,5-3 ay süren bir çekim dönemi oldu. Aslında bir belgesel için kısa bir süre olduğu söylenebilir. Sonuçta elimizde 180 saatlik bir materyal ve montaj süreci belirdi; işin asıl zor ve zahmetli kısmı da orası zaten. Filmi 2015 yılının sonunda tamamladık, 2016’ın başında da !f İstanbul’da gösterime girdi.
Filmde yer alan kedileri nasıl seçtiniz? Her birinin ayrı bir karakteri, ismi, farklı özellikleri var. Sıradan kedilerin gündelik hayatları gibi değil de gerçek bir filmin karakterleri gibiler.
Kedilere gerçekten de insanlar gibi, gerçek karakterlermiş gibi yaklaştık. Kamerayı bir yere yerleştirip, geniş açılı planlar çekip üzerine konuşmak yerine sırtlarının arkasından takip ettik adeta. Aslında bu seçim biraz da karşılıklı oldu. 35 kedi filmin ortaya çıkış sürecinde 19’a indi. Bir gün yerinde bulabildiğimiz bir kediyi ertesi gün bulamadık. Başlarına bir şey gelmiş ya da sahiplenilmiş olabiliyorlardı. Örneğin filmin başındaki sarı kedi bizi seçti. Başka bir kedinin yerine geldi, onunla çalışmaya başladık böylece. Sonra geriye dönüp hikayesini takip ettik. Filme 10 yaşlarında bir kız çocuğu, yani aslında kendi çocukluğumu temsil edecek bir kız koymak istedim ama bunu da denk getiremedik. Zor ama keyifli bir yolculuktu anlayacağınız.
Burada çalıştığımız yerler de etkili oldu. Mahalle insanlarının tavırları devreye girdi. Cihangir zaten kedilerle iç içe yaşanan bir yer örneğin. Laçin Ceylan’ın misafiri olan Gamsız, Kurabiyeci Murat’ın nevi şahsına münhasır karakteri… İnsanları seçerken de her kesimden, her anlayıştan insanlar olmasına dikkat ettim. Filmde sadece kedilerden nefret eden insanlar yok. Onlar da olsunlar istedim ama em bizlerle hem de kedilerle aralarına koydukları bariyerleri aşamadım.
Kediler, köpekler, genel anlamda sokak hayvanları. Onlarla yaşadığımız deneyimler, yakınlıklar bizi de değiştiriyor, dönüştürüyor diyebilir miyiz?
Elbette. Kediler bizi yargılamıyor. Şişman mısın, çirkin misin, güzel misin diye sormuyorlar bize. Varlığımızı teyit ediyorlar bir bakıma. Kediler bakar. Uzun uzun bakarlar bize, bilirsiniz. Evet oradasın, varsın derler. Örneğin filmde gördüğümüz, kedilere torba torba yemek taşıyan adam. Belki bunu neden yaptığını bilmesek yargılarız onu, uzaktan bakıp pek de ısınamayız elinde o kocaman pis torbalarla görünce. Ama amacını öğrenince yargılamaktan vazgeçiyoruz, empati kurabiliyoruz. Filmle aslında dünya seyircisini de hedeflerken böyle bir amacımız vardı. İstanbul’a, İstanbul’un kedilerine bakıp kendi hayatlarını görebilsinler, benzerlikleri yakalayabilsinler istedik.
Gelelim filmin Amerika’da gördüğü ilgiye…
Kedi, en çok izlenen Türk filmi olmasının yanında aynı zamanda en çok izlenen yabancı dilde üçüncü belgesel oldu Amerika'da. Bunun kedilerin insanı büyüleyip kendine çeken yanlarıyla ilgisi olduğu kadar yurt dışında, özellikle Amerika'da sokak hayvanı kavramının pek olmaması. Bu yüzden de sokaklarda yaşayan kediler, köpeklerle böyle ilişkiler kurmamız, onların peşine düşüp bu şekilde takip edebilmemiz uluslararası izleyiciye şaşırtıcı ve cazip geldi.
Peki onların hayvanlarla kurdukları ilişkiler bizimkinden farklı mı? Kültürler arasındaki farklılık bu ilişkilere de yansıyor mu?
Özellikle Amerika’da bireyin önceliği, bireylerin haklarına, güvenliğine, özel alanına olan saygıyla çok ilgisi var bu durumun. Kedilerden görülebilecek zarar, kapılabilecek hastalık onlar için kurulan ilişkiden daha önemli. Sokak kedilerinden bahsediyorum elbette. Bir yandan da bununla ilgili fikirler değişiyor. Bizim Kedi filmiyle yapmak istediğimiz şeylerden biri de buydu zaten. Dünyayı, doğayı hayvanlarla paylaşma, var oluşumuzu birlikte yaşama yönünde bir gidiş var. Bunun insanlar için de faydalı olacağına inanmaya başladık artık. Hayvan sevgisi de nefreti de uçlarda değil daha dengeli bir biçimde tecrübe edilirse bu iki tarafın da yararına olacaktır. Ya hep ya hiç demememiz gerekiyor artık.
Bir taraftan da bu kadar çoğalmalarının, sokağa düşmelerinin sebebi biz değil miyiz? Kontrolsüz üreme, satın alıp sonra vazgeçip barınaklara, sokaklara düşmelerine sebep olmuyor muyuz?
Bunlarla ilgili istatistiklere ulaşmak çok zor, özellikle ülkemizde. Bu konularla ilgili araştırma yapan tek kurum Anadolu Kedisi Derneği. Sokak hayvanlarının yaşam süresi, beslenmeleriyle ilgili konular, yaşam koşullarıyla ilgili bilgi ve rakamlar ya yanlış ya da abartılı. Filmin perdeye ve seyirciye yansımayan hazırlık aşamasında bunlarla ilgili çalışmalar, araştırmalar da var.
Gelelim filmin İstanbul’la ilgili kısmına. Bıraktığınız İstanbul’la gelince bulduğunuz İstanbul arasında farklar vardır mutlaka. Filmin aslında kentsel dönüşüm, kaybolmaya yüz tutan mahalleler, değerlerle ilgili de söyledikleri var.
Aslında sık sık geliyorum İstanbul'a ve bu gelişlerimin arasındaki zaman farkı bana İstanbul'u tıpkı bir çocuğu büyürken izlemek gibi izleme şansı tanıyor. Çocukluğumun geçtiği Bağdat Caddesi civarında eskiden yollar darken şimdi çok şeritli, neredeyse otobana dönüşmüş durumda. Yollarda arabalar tarafından ezilerek ölmüş kedileri de ilk olarak bu şekilde görmüştüm. Dünyada da böyle bir değişim var, sadece bize özgü değil bu olanlar. Hızlı nüfus artışı ve şehirleşme oranı yüzünden orantısızca büyüyen kentler ve bu kentlerin içinde sıkışıp kalan insanlar ve hayvanlarla dolu etrafımız. Tüm bunlar olurken bir yandan da doğaya geri dönmeye, kaybettiğimiz o bütünlüğü yeniden kazanmaya çalışıyoruz. Bir kaçış, tersine dönüş var. Bu süreçte hayvanseverler, sevmeyenler, kentliler ve kentli olmayanlar arasında bir uzlaşma sağlayıp birlikte yaşamanın koşullarını yeniden değerlendirmek gerek.
Sırada nasıl projeler var?
Doğaüstü olayları da konu eden bir gerilim filmi projemiz var. Yine Türkiye'de geçecek ama daha evrensel bir çizgisi olacak bir belgesel daha çekeceğiz. Kedi’nin devamı gibi olacak ama başka şehirleri ve başka hayvanları anlatan belgeseller düşünüyoruz.
İstanbul ve İstanbullular ya yeterince tanınmıyor ya da yanlış tanınıyor. Maalesef bu harika şehirle ilgili yeteri kadar belgesel yok. Turlar yeterli değil. Burayı ancak buraya yerleşmiş ve yaşamaya başlamış insanlar öğrenebiliyor. “Hala deveye mi biniyorlar?” algısı da var bir kısım insanda, az da olsa. Haritada yerini bilmeyen olabiliyor, sadece haber bültenlerinde izlediği kadarını tanıyor insanlar.
Filmin buna olumlu anlamda katkısı olmuştur mutlaka. Yurt dışında izleyenlerden aldığınız tepkiler nasıldı?
İzleyicilerimizin bir kısmı Türkiye’yi hiç görmemiş olanlar ve onlar şaşkınlıkla çıkıyorlar filmden. Bizi, şehri, hayatımızı hiç bilmedikleri ya da yanlış bildiklerini anlıyorlar. Daha önce ziyaret etmiş ya da bir süre yaşamış olanlarsa unuttukları güzel anıları, mekanları, temas ettikleri insanları anımsayıp hoş nostaljik duygularla ayrılıyorlar salondan. Bir de New York gibi şehirlerde yaşan Türkler var izleyicilerimiz arasında; onlar da genelde gözleri yaşlı seyrediyorlar Kedi’yi…
Kediler gerçekten de mistik, büyülü hayvanlar mı? Neden bu kadar etkiliyolar bizi?
Kediler hem hayatımıza dahil olup hem de aslında hala vahşi kalabildikleri için çok özeller. Genetik olarak Afrika’daki atalarıyla birebir aynılar. Buna rağmen onlarla bu kadar yakın olabiliyoruz. Düşünebilen hayvanlar olmamıza rağmen bir yanımız o ilkel, vahşi zamanlarımıza dönmek istiyor; içimizde bu duygu hep var. Kediler bize bunu duyumsatıyorlar. Toprağa basabilmek doğayı içimizde hissedebilmek bu kadar zorken kediler sayesinde bunu bir nebze de olsa başarabiliyoruz. Filmde söylenen: “Kediler allahın varlığından haberdar” cümlesi aslında kedilerin doğayla ve geniş anlamda evrenle olan bütünlüklerini anlatan bir ifade.
Kendi adıma küçük bir kızken kedileri izlediğimde ve onlarla vakit geçirirken, duvarların üzerinde yürümelerini, cesaretlerini izlediğimde ben de cesur olmayı öğrendim diyebilirim. Kediler üzerine çok şey yazıldı çizildi, şairler, ramancılar, filozoflar çok şey söyledi onlara dair. Herhalde hepsi birden yanılıyor olamaz. (GH/HK)