Ben Emek’e yetişemedim. Son dönemini ve kapanmaması için verilen mücadeleyi yakalayabildim sadece. Sonradan İstanbullu olunca önce (Kadıköy'de yaşadığım için) Rexx sonra da Beyoğlu Sinema’ları benim Emek’im oldular. O yıllar sinemaya âşık bir izleyici olarak kâh işten kaçıp kâh çocuklarımı okula yollayıp soluğu oralarda aldım. İstanbullu olmanın ağır geldiği her nefeste soluklandığım duraklarım oldular. İnsan bu; her şeye alışıyor. İstanbul’u öğrendim, bu kez de hayat ağırlaştı. Gamı ayrı, kasaveti ayrı bu yalan dünyadan uzaklaşmak istedikçe sinemanın koynuna düşürdüm başımı hep. Çok uzun anlatmaya lüzum yok, sinemayı candan seven anlıyordur anlatmaya çalıştığımı.
Dedim ya işte hayat bu, her şey değiştikçe sinema da değişti. Sadece filmler değil, salonlar ve film izleme alışkanlıklarımız da evrildi. Sinemayı evlerimize, rahat koltuklara taşımak, filmleri internetten indirerek izlemek, illa sinemaya gideceksek de bize en büyük lüksü sağlayan salonları tercih etmek gibi alışkanlıklar edindik. Bunların hiçbirine itirazımız yok elbet. Filmler konusundaki zevklerimiz nasıl bize özelse bu filmleri nasıl ve nerede izleyeceğimiz de tamamen bize kalmış bir şey.
Peki bundan yıllar önce başlayan Emek mücadelesi bugün aynı şekilde Beyoğlu Sineması için neden veriliyor? Madem evimizde ya da zincir sinema salonlarında film izlemekte özgürüz ben neden bu yazıyı yazıyorum?
Sinema yazmaya başlamadan önce, sinemaya âşık bir festival izleyicisiyken tanıdığım Beyoğlu Sineması, yıllar içinde ikinci evim, kendimi çok mutlu hissettiğim bir liman oldu bana. Merdivenlere kadar uzayan kuyruklar, o kuyruklarda kurulan arkadaşlıklar, ağzına kadar dolu salonda seninle aynı şeyleri sevdiğini hissettiğin insanlarla birlikte kıymetli filmleri izlemek sadece benim değil İstanbul'da yaşayan bütün sinemaseverlerin cennetiydi. Festival dönemlerinde artan bu film izleme oranı sene içinde azalsa da Emek, Alkazar, Beyoğlu, Rexx gibi sinemalar hep kendi özel seyircisine sahip, belli bir kültürü ve misyonu yaşatan salonlara sahiptiler.
Sonra gün geldi Emek’i kaybettik. Yazmak istemediğim üzüntülü bir süreç sonunda AVM sinemasına dönüşen bir “Çakma Emek” çıktı karşımıza. Emek’i kaybederken Beyoğlu’nu, bir semtin, koskoca bir kültürün değerlerini de kaybediyorduk. Onun için bağırdık, onun için kavga ettik. Sanatın, kültürün, nazik hanımların, beylerin Beyoğlu’u nobranlığın, yozluğun, üretmenin değil sadece tüketmenin merkezi olmasın istedik.
Başaramadık. Emek gitti elimizden, sinemalar bir bir kapandı; ve kitapçılar, bir asır dayanan eski dükkanlar yenik düştü zamana. Başka şeyler oldu oralarda. Bizi, hepimizi Beyoğlu’na gitmekten alıkoyan, ayaklarımızın geri geri gitmesine sebep olan olaylar yaşandı.
Beyoğlu Sineması hep zorlandı, birkaç yıl önce yine kapanmanın eşiğine geldi. O zaman erteledik, kör topal da olsa idare ettik durumu. Başka Sinema çıktı ortaya, seyirci sahip çıkmaya çalıştı, festivaller canlandırdı salonu. Ama dedik ya hayat bu, düzen değişti, çarklar başka türlü döner oldu. Biz duramadık dümenin başında. Adına ister vahşi kapitalizm diyelim, ister yeni dünya düzeni, yenildik. Biz yenildik, onlar kazandı.
Pazartesi günü Beyoğlu Sineması’nın yaptığı 30 Haziran’da kapılarımızı kapatıyoruz açıklaması önce Twitter’a ve diğer sosyal medya platformlarına sonra da kalplerimize bomba gibi düştü. Zaten umutsuz, mutsuz, yılgınken gelen bu haberle yüzümüz, gardımız düştü. Emek gitmişti, Beyoğlu da gidecek, sırada acaba hangi değerlerimiz var diye ağıtlar yakmaya başladık.
Bir kıvılcım çıktı o arada. Önce birkaç kişi sonra hepimiz yazmaya başladık. Son kalemizi de düşürmeyeceğiz, bu sefer ağlayıp üzülüp yarı yolda kalmayacağız diye yükselmeye başladı sesler. Elimizi taşın altına sokmamız lazımdı, ortada sorunlar vardı. Sorun varsa çözümü de vardır elbet. Yok mudur? Zordur, imkansız gibi görünür, çok uzaktaymış dersin, elin ermez sanırsın ama madalyonun bir de diğer yüzü vardır. Dayanışma vardır, birbirini anlayan, dinleyen, dünyayı gerçekten değiştirmek isteyen ve buna cüret edebilen insanlar vardır. Üstelik hiç farkında değilsindir ama çok yakınındadır o insanlar. Kimi eşin dostundur, kimi belki de yıllar önce aynı festivalde, aynı salonda yan yana koltuklarda film izlediğin bir başka sinema aşığıdır. Birlikten kuvvet doğar, güneş aslında her gün doğar. Bazen göremezsin, ama vardır hep. Umudumuz da öyle işte. Bu sefer sonuna kadar, bu sefer yılmadan, bireyler, kurumlar, öğrenciler, çalışanlar, İstanbullular, İstanbullu olmayanlar hep birlikte sarılacağız bu işe, aşkımızdan, sinemamızdan vazgeçmeyeceğiz.
Ve bu yazı Pazartesi gününden beri kendini güncelliyor. Yazmaya oturduğumdan beri bir şeyler oluyor çünkü, iyi şeyler. İnsanlar birbirini arıyor, her gün Beyoğlu Sineması’na gidiyoruz, öğrenip çözmeye çalışıyoruz. Onun için geciktim biraz. Bekledim. Hüzünlü, gözyaşlarıyla sonlanan değil umut ışığıyla dolu bir yazı olsun istedim. Öyle de oldu, çok yaşa sinema!
Bu arada Beyoğlu Sineması’nın personeliyle, emekçileri, gizli kahramanlarıyla, seyircilerle, kafesinin müdavimleriyle röportajlar yaptım. Birkaç saatlik kayıt var şu anda yazıya dönüştüreceğim. Onlar başka yerlerden bakıp, bizim göremediğimiz şeyleri anlattılar, çözüme sunulabilecek desteğin nasıl olacağından tutun da sinemanın ve Beyoğlu’nun tarihine kadar çok şeyler anlattılar. Dile kolay, Çetin Abi 19 yıldır makinist misal. Kopan 35 milimetrelik filmleri nasıl oynattığından bahsetti, Kocaman Abi kafede demlenen çayın lezzetindeki sırrı fısıldadı kulağıma.
Yarından itibaren onları anlatacağım size. Beyoğlu Sineması neden sadece bir sinema değil, kaybedilmemesi neden bu kadar önemli? Dilim döndüğünce aktaracağım. O zamana kadar sağlıcakla kalın. Ve mutlaka film izleyin. Mümkünse sinemada. Bizim sinemalarımızda. Tarihe, anılara, aşka dokunarak, yitirdiklerimizi hatırlayarak, asla yitirmememiz gerekenleri kavrayarak. İyi seyirler… (GH/HK)