Hemen her gün gazetede, televizyonda, internette binbir farklı biçimlerde gündeme gelen sağlık “haber”lerini okuyunca ve zeytinyağı, tarhana çorbası ya da sözgelimi üzümün sevilen ya da nefret edilen bir gıda maddesi olmaktan çıkıp, sağlık sorunlarının gelişmemesi ya da çözülmesine yönelik bir tür “ilaç” haline geldiğini görünce; ölümü reddedip yaşam üzerinden tahakküm kurmayı tanımlayan biyoiktidar ve biyosiyaset kavramını daha iyi anlıyorum.
Ama unutmayalım günümüzde egemen, her ne kadar yaşamı kutsayarak varlığını ikame ettiriyor olsa da, ölümü de bir “istisnai” durum olarak son kertede bir seçenek olarak saklar. Zaten Carl Schmitt’in ifade ettiği gibi egemen, tam da “istisna durumunu belirleyen”dir.
Öte yandan Agamben’e göre egemenin en büyük paradoksu onun hukuk düzeninin aynı anda hem dışında hem de içinde olmasıdır. Ve biliyoruz ki; egemen düzende her şey insanın biyolojik varoluşu olan “çıplak hayat”ta sürüp gitmektedir. İşte iktidar da kendisini hep bu “çıplak hayat” üzerinde var eder.
Ama Agamben’e göre hayatın siyasal düzene dahil edilmesi, belirli anlamlarda dışlanmasıyla ancak mümkündür. Çünkü bu dünyada her şey ancak “öteki” ile var olmaktadır. İşte Agamben, bu dışlanarak kapsananın Homo Sacer yani “kutsal insan” figürü olduğunu ifade eder. Ve Agamben’e göre yaşam, öldürülebilen ancak kurban edilemeyen bu figür sayesinde bütünüyle egemenin mutlak tahakkümü altına girer. Çünkü Homo Sacer sayesinde var edilen kutsal hayat, “kurban edilemeyen fakat; öldürülebilen hayat” olmuştur.
“Kutsal hayat” sayesinde şekillendirilen egemenlik alanında artık cinayet işlemeksizin ve kurban etmeksizin adam öldürme meşru hale gelir. Çünkü bu hayat egemen tarafından zaptedilmiş bir hayattır. Bu nedenle egemen, yaşamı kendisinin boyunduruğu altına alması için her şeyden önce ve ilk olarak “çıplak hayat”lar üretmeye çalışır. Ve bu “çıplak hayat”lar sayesinde hayat ölümüne bir iktidara tabi kılınır.
Ölümüne iktidara tabi kılınan hayatlar, her ne kadar dışarıdan görünüm olarak “normal” hayat sürüyor olsalar da; aslında onlar ne yaşamakta ne de yaşamamaktadırlar. Bedenlerinin ve ruhlarının derinliklerine coplar, gaz bombaları ya da renkli tazyikli sularla egemenin şiddetinin izi kazınanlar bu sayede bir “temsili” hayata dönüşürler. Agamben bu hale dönüşen Homo Sacer’ı, kendi kendisinin yaşayan bir heykeli ya da dublörü olarak tanımlar. Dahası ona göre bu hayat, o gün için her ne kadar ölüler dünyasına ait değilse de bu dünyaya da ait değildir. Aksine o hayatlar, gaz bombasının kafataslarını kırdığı andan itibaren marjinal biçimde ölümün dünyasıyla ortak bir yaşam alanını paylaşan yaşayan ölülere dahil edilmişlerdir. Çünkü egemenin uygarlığında, onun hayata mührünü ebediyen vurması için yaşamayı hak etmeyen marjinal canlılar her daim olmalıdır. Ve böylesi bir çıplak hayatta Homo Sacer’a dönüşenler ya da “Hayat Dönüş” operasyonunda görüldüğü gibi yaşadıkları şiddete tanık olma hakları bile kendi ellerinden alınan günümüz Muselmann’larının yaşadıkları hayatlar elbette değerden yoksundur. Çünkü onlar “örgüt” üyesidir. Onlar “militan”dır. Onlar “bilye atan teröristler”dir.
Elbette hayat bu düzeyde çıplaklaşınca, egemene göre hayatları zerre-i katre değer taşımayan bu marjinallerin öldürülmesi hukuksal olarak da yaşam hakkının ihlali olarak değerlendirilemez. O nedenle suç duyuruları boşunadır. Çünkü egemen, tıpkı Susurluk’ta, Sapanca’da, Bayrampaşa Cezaevi’nde, Halaskargazi’de, Roboski’de ve son olarak Taksim’de olduğu gibi “istisna” hallerinde daima hukuk dışındadır.
Görelim ki; Nuh’a beşikler veren bu topraklarda insanın insanlığına karar veren daima egemendir. O nedenle onun insan saymadıklarının ya da daha yaşarken ölüme mahkûm ettiklerinin egemeni kastre etmek için İstanbul’un orta yerine gelip var olduklarını ve yaşadıklarını göstermesi biliniz ki bugünden sonra kabul edilemezdir. Çünkü dönem artık “ustalık dönemi”dir. (OE/HK)
* Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi