*Fotoğraf: Canva
Türkiye’de ekonomi yönetiminde üzerinde en çok çekişme yaşanan konulardan biri “faiz" oldu. Faizleri yapay olarak düşük tutmak, 1980 öncesi, ithal ikameciliği adı verilen sanayileşme stratejisi uygulandığı dönemde bu stratejinin önemli bir aracı idi.
Serbest piyasa sistemi
Dışa kapalı, sermaye giriş çıkışlarının serbest olmadığı, döviz kurlarının idari olarak belirlendiği bu yapıda, tasarruf yetersizliği olmasına karşın faizleri düşük tutmak, Merkez Bankası’nın “nihai başvuru mercii" (land of last resort) olması, yani sistemin ihtiyacı olan mali kaynakları sağlaması, diğer bir deyişle para basması ile mümkün oluyordu. Bunun dışında dış borçlanma ancak resmi uluslararası kuruluşların kredileri ile mümkündü. Beklenen sanayileşme hamlesi gerçekleşmeyince, sadece enflasyon üreten bu yapı bir noktada tıkandı ve 24 Ocak kararları ile bu dışa kapalı politikalar terk edilerek, “serbest piyasa sistemi" adı verilen dışa açık bir ekonomi yönetimine geçildi.
Mali liberalizasyon
Bu sistemin temel mantığı, paranın fiyatı olan faiz ve dövizin fiyatı olan kur dahil bütün fiyatların piyasada belirlenmesi; diğer bir deyişle bir kaynak eğer kıt ise fiyatının yükselmesiydi. Buna göre, kur rejimi de tamamen değişti; sabit kur rejiminden dalgalı kur (müdahaleli dalgalı kur demek daha doğru) doğru geçildi. Serbest piyasa ekonomisi adı altında ithal ikamesi rejiminden, yine devlet müdahalesi ile çalışan ihracatı teşvik modeli uygulanmaya başladı ve mali liberalizasyon adı altında giderek para ve sermaye piyasaları dünyaya açılmaya başladı. Bu yeni modelde en çok kaybedenler, ücretli çalışan emekçiler ve tarım kesimi oldu.
Faiz konusuna geri dönersek, tarihsel olarak paranın kullanılması ve ticarette borç alıp verme işlemlerinin başlaması ile borcu veren ile alan arasında (enflasyon sıfır dahi olsa) faiz uygulaması kabul gördü. Dini nedenlerle bunu kabul etmeyen toplumlar başka isimler altında bunu sürdürdüler.
Faiz
Kapitalist ekonomilerde, tasarruf sahipleri ile yatırımcılar arasında aracılık yapan mali kurumlar giderek gelişti. Kapitalist ekonominin işleyişini açıklayan ana-akım kuramsal modeller faizin para-sermayenin getirisi, kârın da bu sermayeyi kullanarak yapılan girişimin getirisi olduğunu kabul eder. Faiz, tasarrufçular açısından beklemenin maliyetini karşılayan bir getiridir.
Bu kurama göre, tasarrufçu gelirini tüketim ve tasarruf arasında dağıtırken, bugün vazgeçtiği tüketim nedeniyle gelecekte ne kadar daha fazla tüketme imkânı sağlayacağına göre karar verir. Aynı faiz, sermayedar/yatırımcı açısından parasını bankaya faize mi yatırsın yoksa reel üretime yönelsin, diyelim ki fabrika kuracak bir yatırımcıya mı versin kararını vermeye yarayan bir değişkendir. Yatırımcı, eğer yapacağı yatırımın getirisi (kârı) alternatif getiri olan faizden yüksekse yatırımı yapar, yoksa vazgeçer. Diğer yandan faizler yükseldikçe hisse senedi varlıklarının fiyatı düşeceği için yatırım yapma insiyakı da düşer.
Diğer bir deyişle faiz, parasal kesim ile reel kesim arasındaki bağlantıyı kuran değişkendir. Yatırım araçlarının inanılmaz derecede karmaşıklaştığı ve türev piyasaların egemen olduğu günümüzde, artık para-sermayenin hiç reel yatırıma gitmeden küresel piyasalarda katlanarak büyümesi de ayrı bir konudur.
Spekülatif sermaye
Türkiye’de 1989'da uluslararası sermaye akımlarının da serbestleştirilmesi ile “mali liberalizasyon” tamamlandı. Bunun anlamı, ülkenin parasının değerinin sadece uluslararası reel ticaret (ihracat ve ithalat) ve reel yatırım (doğrudan yabancı yatırım) ile değil aynı zamanda ve hatta ağırlıklı olarak spekülatif sermaye hareketleri ile belirlenmesidir. Bu ortamda bir ülke, yapay olarak faizleri düşürürse, sermaye çıkışı olur ve yerli para değer kaybeder, döviz pahalı hale gelir. Yerleşik kurama göre, bu durumda ülkenin dış pazarlara çıkardığı mal ve hizmetler ucuzlar ve dış ticaret gelirleri artar (bu da her durumda olmaz, koşulları vardır).
Ancak dış rekabeti bu şekilde sağlamak hiç sağlıklı bir yol değildir. İki nedenle: Birincisi, ülkenin kamu ve özel dış borçları yüksekse, ki Türkiye’de yüksektir, uzun dönemde bir borç krizine yol açacağı muhakkaktır. İkincisi, ihraç edilen her malın üretiminde, kullanılan ithal girdi, ki bu oran Türkiye‘de yüksektir, maliyetleri artıracaktır. Gerçek bir rekabetçi güç ekonomide verimlilik artışı ile sağlanır, bu da ileri teknoloji ve yüksek Ar-Ge yatırımları ile mümkündür. Bu da ayrı bir konu.
Faizlerin yükselmesi
Eğer “piyasa ekonomisi” içindeysek ve tasarruf yetersizliği varsa, kıt olan kaynakların fiyatı yükselir kuralına göre faizlerin yükselmesi gerekir ki yatırım/tasarruf dengesi sağlansın. Bu kural, Türkiye gibi orta gelişmişlik düzeyindeki ülkelerde (bazı Latin Amerika ülkelerinde de olduğu gibi) şöyle işliyor: Faizler yükseldiği durumda serbest sermaye akımı rejiminde içeriye döviz girişi olması ve artan dış tasarruflar ve düşen kur (değerlenen yerli para) sayesinde ithalata dayalı konjonktürel bir büyüme sağlanıyor. Bu tabii sağlıklı bir yol değil. Hem de içinde bulunduğumuz pandemi koşulları, jeopolitik riskler, Amerika’nın faiz politikası, vs. birçok faktör işin içine girince durum daha da karmaşıklaşıyor.
Önemli olan ülkeye giren sermayenin doğrudan yatırımlara gitmesi (mümkünse konut dışında!). Eğer sermaye girişi sıcak para denilen salt spekülatif amaçlı bir sermaye girişi ise, ki böyle, en küçük bir iktisadi/siyasi istikrarsızlık durumunda (yüksek faiz-düşük kur arbitrajından nemalanarak) geri kaçacak ve kurları yeniden yukarı fırlatacaktır. Diğer yandan, 2018 yılında içine girdiğimiz yeni yönetim biçiminin ekonomi yönetimine de (diğerleri arasında) getirdiği keyfilik ve öngörülemezlik durumu daha da vahim hale getiriyor.
Riskler devam ediyor
Bu hikayeyi 1994 krizi öncesi çok dinledik. Şimdi olay daha farklı olsa da (çünkü 2000’li yıllardan sonra mali kesimde en önemli değişim tasarruf açığının kamu kesimi açığı yerine özel kesimin açığı haline gelmiş olması oldu) özünde olay aynı. Sadece yukarıda sözü edilen ekonomi dışı parametreler değişik. Ayrıca 2001 krizi sonrası özellikle bankacılık kesiminin bilançolarının sağlamlaştırılması için yapılan düzenlemeler önemli. Artık bir bankacılık krizi söz konusu değil ama diğer riskler devam ediyor.
Geçtiğimiz dönem özel kesimin dış kredi kullanımı yüksek boyutlarda oldu, ayrıca son yılllarda kamu borcu yeniden artma eğilimine girdi. Bugün Türkiye’nin brüt kamu borcu (AB tanımlı genel yönetim borç stoku) GSYH’ya oran olarak yüzde 40’a yaklaşmış durumda. Bu oran AB ülkelerinin kamu borçlanmalarına göre oldukça düşük olmakla birlikte bu borcun yarısından fazlasının döviz cinsi borçlar olması kırılganlığı artırıyor. Bu kadar borç içinde olan bir ekonomide kurların patlaması büyük bir krize yol açacaktır.
1989 yılında, Özal döneminde, sermaye hareketleri serbestleştirilirken ekonomide tasarruf açığı varken bu serbestleşme kriz getirir diye uyaran iktisatçıları dinlemeyen politikacılar, 1994 ve 2001 krizleri (bu iki krizin dinamikleri farklı olmakla birlikte) yaşandıktan sonra, 2000’li yıllarda IMF nezdindeki istikrar paketleri ile (AKP ilk döneminde Kemal Derviş’in tasarladığı paketleri uyguladı) ekonomiyi belli bir dengeye getirdiler.
Aynı soru
Bugün yine dönüp dolaşıp aynı soruya gelmiş gibi görünüyoruz: Tasarruf açığı ve risk primleri bu kadar büyük bir ekonomi serbest sermaye hareketleri rejimi ile nasıl başedecek? Bugün Merkez Bankası artık kağıt üzerinde “nihai başvuru mercii“ değil, ancak uygulamada rezevlerini eriterek ya da kamu bankaları üzerinden döviz satarak bir tür fren görevi yapıyor, ama nereye kadar? Bu durumda çözüm, kapitalist sistem içinde, ya ciddi bir yatırım/tasarruf dengesi sağlayan bir ekonomi (ki bu da yüzlerce kez yazıldığı gibi ciddi bir ekonomi programı ve “yapısal reformlar“ ile mümkün olabilir) ile ya da sermaye hareketlerini kısıtlayan yeni (eski!) bir rejime geçmek ile mümkün olabilir. Her iki durumda da kaybeden kesimin, bugün de olduğu gibi, yapısal reformlar içinde emeğin kurumsal örgütlenmesinin güçlendirilmesi yönünde adımlar olmadığı sürece, yine ücretli emekçi kesimi olacağını öngörmek zor değil.
(HK/NÖ)