*Fotoğraf: Can Candan
Türkiye’nin yeni siyasal rejiminde kamu yönetimi alanında sürmekte olan tüm üst düzey atamaların tek bir karar vericiye bağlanması uygulaması, özellikle konu üniversiteler olunca çok sorunlu bir uygulama oldu, oluyor. Bunun en son örneğini Boğaziçi Üniversitesi’ne yapılan rektör atamasında gördük. Üniversitenin öğretim üyelerinin ve ilgili kurullarının hiçbir şekilde onayı alınmadan, tamamen yukarıdan ve liyakat kurallarına da uyulmadan yapılan bu atamanın ne kadar yanlış olduğu öğretim üyelerinin yılmayan direnişi sayesinde görüldü ve geri alındı.
2016'dan da geri
2016 yılının Ekim ayında, Türkiye’nin olağanüstü hal altında yönetildiği dönemde, üniversitelerde rektörlük seçimleri tümüyle kaldırıldı. Önceki uygulama, öğretim üyelerinin seçtiği 6 aday arasından önce YÖK’ün 3 aday belirlemesi, ardından Cumhurbaşkanı’nın bu adaylardan birini ataması uygulaması, demokratik üniversite için mücadele eden çevrelerin çok karşı çıktığı bir uygulamaydı. Şimdi gelinen noktada daha da geriye gitmiş bulunuyoruz.
Neoliberal politikalar kamu hizmetlerinin birçok alanını piyasalaştırma ve özel sermayeye açma yolunda çok ileri gider. Yüksek öğretim alanı da, özellikle yoğun talep karşısında, bu yolun kârlı alanlarından biri olarak özel sermayenin ilgisini fazlasıyla çekiyor. Birçok kapitalist ülkede ve Türkiye’de de şirket gibi çalışan, kâr amaçlı, “müşteri” odaklı üniversiteler var. Bunlar piyasa mantığı içinde özel çıkarlara göre yönetilebilir veya iflas edip kapanabilir.
Tabii bu noktada özel üniversite ile vakıf üniversitesini ayırt etmek gerekir. Gerçek bir vakıf üniversitesi kâr amaçlı çalışmaz, ancak maalesef ülkemizde birçok “vakıf” üniversitesi özel üniversite mantığı ile çalışıyor. Kamu üniversitelerinin ise asıl saiki kamu yararı ve uzun dönemli toplumsal refahdır ve esas olarak kamu fonları ile finanse edilirler. İstisnai olarak özel kesimden kaynak sağlanırsa da bu kaynaklar yine eğitim/araştırma faaliyetlerine tahsis edilir.
Kamu üniversiteleri
Demokrasilerde, kamu üniversitesi olmanın ayırıcı bir diğer yanı karar alma mekanizmalarının yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya doğru olmasıdır. Fakülte, Enstitü ve Üniversite Kurulları seçim yoluyla gelmiş temsilcilerden oluşur ve alınacak kararlar bütün bu kurullarda müzakere edilerek alınır. Bir kamu üniversitesinin niteliğini belirleyen en önemli unsur akademik ve idari özerkliğidir.
Özel ya da kamu olsun, eğitim basamaklarında en üst derece doktora derecesidir ve öğretim üyesi olmak için doktora derecesini almış olmak gerekir. Böyle bir kurumun üyelerinin kendi kendilerini yönetemeyeceğini varsayarak merkezden bir rektör atamak üniversitenin özerkliğini dolayısıyla niteliğini doğrudan olumsuz etkileyen bir durumdur. Bugün maalesef Türkiye üniversiteleri bu kısır döngü içine girdi. Şimdi aynı döngüye Türkiye’nin en iyi kamu üniversitelerinden biri olan Boğaziçi Üniversitesi de sokulmak isteniyor.
Üniversite sistemi
Boğaziçi Üniversitesi’ne tepeden yapılan atama, özellikle atanan kişi kurumla alâkası olmayan dışarıdan bir kişi olunca, çok büyük tepki topladı. Neden diğer üniversiteler bu uygulamaya ses çıkarmazken Boğaziçi Üniversitesi’nde kıyamet koptu? Bu sorunun cevabını aramak için Türkiye’de 1980 askeri darbesi sonrasında YÖK ile oluşturulan tek biçimli, yukarıdan aşağıya adeta bir emir-komuta hiyerarşisi içinde işleyen üniversite sistemine bakmak gerekir.
Her üniversiteye aynı şekilde yerleştirilen fakülte/bölüm şablonları, kurumların inisiyatifi dışında artırılan öğrenci kontenjanları, yeterli bütçe ayrılmadan sürekli yeni okullar açılması, sonunda yüksek öğretimde kaliteyi önemli ölçüde düşürdü ve üniversite eğitimini sıradanlaştırdı. Mezunlarının disiplinleri ile ilgili ve istedikleri alanlarda çalışma şansları çok azalan, dünya sıralamalarında hiçbir yeri olmayan, evrensel standartları tanıyan hocaların gidişattan memnuniyetsiz olduğu, “miş gibi yapan” üniversite ortamı sonunda bugünkü tepki vermeyen akademik ortamı doğurdu.
Zaten sistem tepki veren veya tepki verme potansiyeli olanları dışarı atacak şekilde kurulmuştu. 2016'da bu uygulama doruğa ulaştı ve binlerce öğretim üyesi hiçbir gerekçe gösterilmeden KHK’ler ile ihraç edildi. Yine üniversite camiasından bir tepki gelmedi. Hiç de sıradan olmayan, sağlam kadroları olan köklü büyük üniversiteler bile gerek rektör atamalarına gerek ihraçlara çok fazla tepki veremediler. Ta ki sıra Boğaziçi Üniversitesi'ne gelene kadar. Boğaziçi Üniversitesi bu şekil atamaya çok sert tepki verdi. Neden?
Boğaziçi neden direniyor?
Çünkü Boğaziçi Üniversitesi, bu sistemin yukarıda anılan olumsuzluklara rağmen çok fazla değiştiremediği; bütün bu koşulları nispeten daha az zararla atlatmayı başarmış olan bir üniversite. Temellerini ABD kaynaklı bir yönetim geleneğinden alan bu üniversite, yıllar boyunca, gerek akademik gerek idari yükselmede, liyakat esasından taviz vermeyen bir yapıda yönetildi. Ayrıca, bir kamu üniversitesi olarak, zaman içinde kendi katılımcı ve özgürlükçü kurallarını oluşturarak farklı bir üniversiter ortam yarattı.
Nedir bu ortamı yaratan nitelikler? Öğrenciler açısından, önce, dünyaya çok geniş bir pencereden geniş ufuklara sahip olarak bakmayı öğrenmek gelir. Bunda tabii yabancı bir dili iyi bir şekilde öğrenmiş olmanın büyük etkisi vardır ama sadece bu değil. Yerel özelliklerini kaybetmeden ama bunu çok çok aşarak, sınırlar içine hapsolmadan, yaratıcı, merak eden, çözüm arayan bireyler yetiştirmesi Boğaziçi Üniversitesi’ni Boğaziçi Üniversitesi yapan niteliklerdir.
70'lerden beri
Daha 1970'li yıllarda, öğrencilere, kendi alanları dışında dersler seçme olanağı sunularak, onları evrensel değerlerle tanıştıracak bir öğretim sistemi uygulanırdı. Bu dersleri veren kendi alanında çok yetkin hocalar dışarıdan gelirdi ve bu uygulama yıllar boyunca devam etti. Örneğin, Üstün Barışta’nın Sinema Tarihi dersleri, Özer Kabaş’ın Sanat Değerlendirmesi dersleri mühendislik öğrencilerinin de ekonomi öğrencilerinin de ilgisini çekerdi. Bugün gelinen noktada, bu geleneği sürdüren Can Candan ve Feyzi Erçin gibi çok değerli hocalar, hiçbir geçerli neden olmadan görevlerinden uzaklaştırılmak isteniyor.
Kulüpler
Boğaziçi Üniversitesi’nin bir diğer farkı da çok zengin kulüp faaliyetleridir. Bu kulüpler öğrencilerin sosyal zekâlarını ve duyarlılıklarını geliştirmek için mükemmel birer ortam sağlar. En liberter LGBTİ+ kulübünden en muhafazakar kulüplere kadar bu faaliyetlerin çeşitliliği çok zengin bir kültürel ortam sağlar. Bu ortam, 17-18 yaşlarında dünya görüşü henüz şekillenmeye başlamış gençlere bilim, sanat ve teknoloji açılarından dünyaya açılan çok geniş ufuklar sunar. İster en mutena kolejden, ister Anadolu’daki bir liseden gelmiş olsun, onlar için artık önemli olan, Boğaziçi Üniversitesi’ni kazanmış olmanın verdiği güç ve geleceğe olan güvendir. Çünkü onlar bilirler ki, eğer bu fırsatları iyi kullanırlarsa dünyanın her yerinde bütün kapılar kendilerine açıktır.
Üniversiteyi anlamak
Boğaziçi Üniversitesi’nin hocaları da ısrarla direniyorlar çünkü biliyorlar ki, Boğaziçi Üniversitesi’ni özel kılan ve öğrenciler nezdinde bütün topluma bu fırsatları sağlayan üniversitenin çoğulcu, katılımcı, demokratik yapılarıdır. En son durumda, atanmış rektör gönderildikten sonra öğretim üyelerinin gerçek bir rektör arayışları sonunda, kendi bünyelerinden bu görevi layıkı ile yapabilecek, akademik ve idari yetkinliğe sahip ne kadar çok aday olduğu ortaya çıktı. Artık hâlâ yeni bir kayyuma kimsenin tahammülünün kalmadığının anlaşılmış olması gerekir.
Boğaziçi Üniversitesi’nin bu özel yapısı, Türkiye için büyük bir imkândır. Bu yapıyı diğer üniversitelerde de uygulamayı planlamak yerine Türkiye’nin en iyi üniversitelerinden birini sıradanlaştıran anlayışın bir an önce terk edilmesi gerekir. Böyle bir anlayışın çağdaş yönetim sistemlerinde yeri olamaz. Polis kuşatması altında ve tepeden inmeci koşullarda çalışarak akademik başarı göstermiş ve dünya sıralamasına girmiş bir üniversite hiçbir yerde yoktur ve olamaz. Bunun mümkün olabileceğini zannetmek, eğer amaç gerçekten bu ise, üniversite kavramını hiç anlamamış olmak demektir.
(HK/NÖ)