Fotoğraf: Behram Evlice
Demokratik toplumlarda özgür düşüncenin sağlayacağı bilimsel ilerleme ve toplumsal yarar, siyasi iktidarların etki alanından bağımsız üniversiteler ile mümkündür. Üniversitelerin özerkliği tarihsel olarak kazanılmış bir süreçtir fakat neoliberal dönem bu özerkliği başka bir mecraya taşıdı.
Dünyada kapitalizmin bütün alanları piyasalaştırdığı içinde bulunduğumuz dönemde üniversitelerin temel sorunu ticarileşme/piyasalaşma oldu. Piyasa kuramsal olarak desantralize/adem-i merkeziyetçi bir kurumdur, ancak gerçek hayatta kapitalist kurumsallaşmanın devlet himayesi altında geliştiği ülkelerde, özellikle Türkiye gibi devletin merkezi/üniter yapısı güçlü ülkelerde üniversitelerin de bu merkeze bağlı olma durumu ikinci bir hastalıklı durum yaratıyor. Çünkü bu durum üniversitenin doğasına aykırı.
Üniversitenin geldiği yer
Üniversite kurumu ancak kendi yapısı içinde kendi kendini besleyerek, kendi hatalarından ders alıp bunları düzelterek büyür ve gelişir. Bu da ancak üniversitenin özerkliği ile mümkün. Başka bir deyişle üniversitelerin akademik özerkliği ancak idari ve mali özerklik ile mümkündür. Bir üniversitenin yönetimini seçilmiş rektörler yine seçilmiş akademik kurullarla birlikte en doğru şekilde yapabilirler. Ancak genel ilke ve kurallar, merkezi bir koordinasyon kuruluna bırakılabilir ki bu kurulun da yine akademisyenlerden oluşması gerekir.
Üniversitelere evrensel standartlarda eğitim ve araştırma yapabilmeleri için kamu bütçesinden yeterli düzeyde kaynak aktarılması ve bu kaynakları kendi karar ve denetim organları vasıtasıyla etkin bir şekilde kullanması (dış denetim zaten Sayıştay tarafından yapılıyor) mali özerklik için gereklidir. Bütün üniversitelerin yönetiminin tek bir iradeye bırakılması evrensel hiçbir akademik norma uymaz. Kendi karar organlarını, kurullarını seçen ve kendi kendisini yönetebilen bir üniversite gerçek amacına ulaşabilir. Yoksa merkezi iktidar tarafından bunu başaramayacağı kabul edilen bir üniversite zaten ancak merkezi iktidarın bir ajanı olmayı başarabilir ki bu da zaten üniversite demek değildir. Türkiye’de maalesef son dönemde bu süreci yaşıyoruz.
Üniversitelerde, 2016 yılında yaşadığımız darbe girişimi sonucu çıkartılan OHAL’in amacının tamamen dışında bir başka uygulama olarak, rektörlük seçimleri kaldırıldı. Bugün, OHAL sona erdiği halde, bu uygulama devam ediyor. Neden diye sormak çok naif bir soru mudur?
Muhafazakarlık ve girişimcilik
Bugün siyasi iktidarın iki temel yönelimi var: Biri dinsel referanslarla beslenen muhafazakar kimliği; ikincisi ise bir şirket gibi girişimci kimliği. Bu iki yönelim Türkiye’de birbirini tamamlıyor ve sanayi/ticaret/hizmet alanlarında “mükemmel” işliyor. Ancak üniversite böyle bir alan değil. Zorlayarak üniversiteyi de bu alana çekmeye çalışmak, son derece sakıncalı ve ülkenin gerek bilimsel gelişme ve gerek gençliğin yüksek öğretim geleceğini tehlikeye atan bir durum.
Siyasi iktidarın ve bu iktidarı elinde tutuyor gözüken kişinin bu tehlikeli gidişata acilen son vermesi gerekiyor. Bu son verişe, belki de Türkiye’nin evrensel ölçülerde üniversite olmaya en yakın kurumu olan Boğaziçi Üniversitesi ile başlayabilir. Diğer, son yıllarda sayıları hiçbir akılcı ölçüt ile açıklanamayacak derecede artırılmış bulunan ve aslında bilimsel ve akademik düzeyleri ile maalesef üniversite denemeyecek kurumlar zaten bu tanımlamanın dışında kalır. Çünkü zaten kendi kendilerini yönetebilecek yeterli kadroları yok. Bu kurumların gerçek amaçlarına çekilmesi de ancak yine siyasi iktidardan bağımsız salt akademik üst kurulların değerlendirmesi ile mümkün olacaktır.
Gerçek üniversite: Boğaziçi
Oysa şu anda gidişat tam tersi yönde, gerçek üniversite kimliğine sahip kurumların daha da yıpratılması yönünde. Bunun son ve en çarpıcı örneğini Boğaziçi Üniversitesi‘nde görüyoruz. Neden diğer üniveristelere de yapılan “rutin” işlem sadece Boğaziçi Üniversitesi‘nde bu kadar tepki yarattı?
Çünkü bu üniversite, eksikleri olmasına karşın, Türkiye’de hâlâ gerçek üniversite kimliğine en yakın kalabilmiş bir üniversite. Öğretim üyeleri ve öğrencileri ile Türkiye ortalamasının üzerinde olan bu kurum ortalamaya çekilmek isteniyor. Boğaziçi Üniversitesi‘nin de bu yıkıma uğratılması diğer bir deyişle vasata indirgenmesi kime ne fayda sağlayacaktır? Bu gidişatın en kısa zamanda sona erdirilmesi ve evrensel değerlere dönülmesi elzemdir. Bugün Türkiye’de en az Boğaziçi Üniversitesi kadar nitelikli kadrolara sahip olan diğer iyi üniversitelerden de bu gidişata son verilmesi için daha fazla ses çıkması beklenir.
Geçtiğimiz Temmuz ayında ODTÜ ve İTÜ dahil 16 üniversiteye rektör atandığı ve sadece AKP siyasetinden gelmiş isimler olduğunda belli bir tepki doğdu ama bunun dışında durum normal kabul edildi. Bu nedenle, 4 yıldır devam eden bu uygulama iyice bir “rutin” haline geldi. En son yaşadığımız Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atanması olayı bu rutinin ne kadar tehlikeli olabileceğini göstermesi açısından önemlidir.
(NÖ)