Türkiye halklarının ve siyasi partilerin demokrasi ortak paydasında buluşması sonucunda siyasi arenada, hukuki alanda ve toplum vicdanında mahkum edilen 15/16 Temmuz darbe girişimi başarısızlığa uğradı. Yine darbe karşısında sokağa dökülen insanların ideoloji ve amaçları üzerine çok şey söylenebilir; ama sokak ve halk diyalektiği en yalın haliyle demokrasiye işaret eder.
Bu süreçte nasıl ki demokratlar ilkesel olarak darbenin karşısında durduysa yine halkın sokak gösterilerine de ilkesel açıdan yaklaşmalılar. Tabii bu süreçte darbe kliğinin devlet içinde örgütlenmesine neden olan tüm siyasi parti ve kesimleri de bir demokratın eleştirmeden geçmesi beklenemez.
Gülen Cemaati’nin devlet sisteminin en kritik noktalarında yuvalandığını ve adeta “devlet içinde devlet” konumuna geldiğini birçok demokrat yıllar önce dile getirdi.
Gerçi yıllar sonra Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) kurmayları “Cemaat ne istedi de vermedik?” itirafında bulundular. Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş da darbeye karşı düzenlenen halk buluşmasında haklı olarak “Gülen'in duasını almayanı hâkim, savcı; cemaatten kartvizit almayanı sınıf başkanı yapmadınız!” diyordu.
Tabii böylesi kritik süreçlerde Türkiye kamuoyu ve AKP Hükümeti sürekli olarak Kürtler ile meşgul edildi. Kürt sorununun çözümsüzlüğü AKP’nin yalnız kalmamak için Gülen Cemaati’yle ittifakını zorunlu kılıyordu. Dikkat çekicidir ki ancak barış ve çözüm sürecinin başlamasıyla Cemaat’in devlet içindeki yapısı ve amaçları fark edildi.
Çözümsüzlük darbeyi besler
15/16 Temmuz darbe girişimi, Kürtlerin “Çözümsüzlük darbe mekaniğini besler” tespitini doğruladı. Kürtlerin bu feraseti göstermesinin en önemli nedeni, Cemaat'ten en çok zarar görmüş kesim olmalarıdır.
Öyle ki Kürt sorununda Sri Lanka modelini ilk önerenler Cemaatçiler oldu, KCK yaftasıyla 9-10 bin Kürt’ün tutuklanmasında Cemaatçiler başroldeydi, 2013 Newroz’unda çözüm sürecinin başlamasına çeşitli açılardan itiraz edenler yine Cemaatçilerdi.
Bunun yanında yoksul Kürt gençlerini etki altına alma ve Kürtlerin dini duygularının suistimal edilip temel hak ve özgürlüklerini talep etmekten vazgeçirmeye çalışanlar yine Cemaatçilerdi. Tabii Cemaat tüm bunları yaparken AKP Hükümetleri hiçbir zaman bunlardan rahatsızlık duymadı.
Bu sebeple ne AKP ne de Cemaat; Balyoz ve Ergenekon davalarında bile Kürtler açısından hiçbir zaman samimi bulunmadılar. 2007 yılında başlayan bu davalarda “Askeri vesayete son veriyoruz” havası estirilse de Kürt coğrafyasında asker postalları eksik olmuyordu.
Özellikle Fethullah Gülen’in ta 1960’lı yıllardan bu yana takındığı pragmatist-oportünist tutumu ele aldığımızda Cemaat’in büyüme nedenini de kavrayabiliyoruz. Örneğin Gülen her ne kadar 27 Mayıs’a "sol nitelikler" taşıdığı düşüncesiyle karşı çıksa da 12 Mart 1971 darbesini çeşitli demeçleriyle açıkça destekliyor.
Cemaati darbeler mi büyüttü?
Kürt ve demokrasi güçlerinin üzerinden buldozer gibi geçen 1980 askeri darbesi yapıldığında Gülen tutumunu daha da netleştiriyor. Öyle ki kendi yayın organı olan Sızıntı dergisinde Gülen “Son Karakol” yazısında darbeyi övüyor ve “Ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyorum” ifadelerini kullanıyordu.
28 Şubat 1997 postmodern darbesine gelindiğinde ise Gülen yine güçten yana tavır alarak askeri vesayeti destekleyecektir. Öyle ki 28 Şubat sürecindeki konuşmalarında “Bu hükümet derhal bırakıp gitmelidir” diyecek ve devamında darbecileri, “tehlikeye düşen cumhuriyet ve laikliği korumakla görevli olanların seslerini haklı olarak yükselmesi” şeklinde tanımlayacaktı.
Gülen Cemaati’nin uzun soluklu büyüme stratejisiyle iktidarların değişmesine rağmen sürekli büyüme gösterdiğini görüyoruz. Böylece Cemaat, 1980 darbesiyle iyice büyüme bandına girmiş ve Turgut Özal döneminde siyasal-ekonomik bir güç haline gelmiştir.
28 Şubat sonrasında AKP’nin yükselmesine paralel olarak artık Cemaat üyeleri rahatlıkla devletin her kademesine yerleşmişlerdir. Bu anlamda Erdoğan Aydın’ın “Demokrasinin Dayanılmaz Ağırlığı” kitabındaki “Devlet tektipleştirmeci politikasının sonucu ve artan çelişkilerin toplumsal çelişkilere dönüşmemesi için İslamcılığı bizzat büyüttü, onunla ulusal ve uluslararası ittifaklar yaptı.
Fethullah Gülen gibi aktörler bu politikanın sonucunda devasa güçlere ulaştılar ve iç politikada olduğu gibi dış politikada da devletin etkin araçları olarak işlev gördüler (s. 207)” tespitini önemsiyorum.
İslam kardeşliğinden cemaat kardeşliğine
Gülen Cemaati yıllarca maddi ve manevi tüm imkanlarıyla Kürtleri siyasal taleplerinden vazgeçirmek için çalıştı. Lakin gençlik yıllarında kendini “milliyetçi-Turancı” olarak tanımlayan Gülen’in itikadi duruşu her zaman sorgulanageldi. Bu anlamda Gülen’in milliyetçi duygulara kapılarak Bediüzzaman Said-i Kürdi’yi ziyaret etmeyi gururuna yediremediği anlatılagelen en önemli ayrıntıdır.
Gülen Cemaati her ne kadar İslami bir hizmet hareketi olarak kendini lanse etse de dini, Türk milliyetçiliğine hizmet edecek şekilde yorumladığı açıktır. Bu sebeple de “İslam kardeşliği” geri planda kalmıştır. Bunun yerine “cemaat/grup/parti/ırk kardeşliği” ön plana çıkmıştır. Türkiyeli İslamcıların da bu musibet üzerinden “İslam kardeşliği”nin nasıl “Tarikat/Cemaat kardeşliği” üzerinden parçalandığını tartışmaları gerekiyor.
Cemaat’in Kürt halkına en büyük zulümlerinden biri de Bediüzzaman Said-i Kürdi’nin eserlerini tahrif etmesidir. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın Risaleyi Nurlarında geçen “Kürt, Kürdistan” sözcüklerinin özellikle değiştirildiğini biliyoruz. Türk halkının Kürt halkına ve coğrafyasına uzak kalmasının bir nedeni de budur. Zaten Cemaat televizyonları bırakın Kürtlerin temel hak ve özgürlüklerden yoksun oluşlarını ifade etmeyi, yaşadıkları zulmü bile “Tek Türkiye” gibi dizilerle manipüle ettiler.
Gülen yakınlığıyla bilinen Cemal Uşak yıllar sonra bir röportajda bu durumu “Caiz olduğu söylenen Kürtçenin özgürlüğünü savunmak lazımdı ama bu yapılmazdı. Çünkü dindarlar üzerinde de hegemonyasını sürdüren bir resmi söylem vardı. Milliyetçi, resmi söyleme kapılınca benim camiam da Kürtlerin varlığını kabul etse de vicdani gerekliliğini yapamamıştı. Genelde milliyetçiler ve biz dindarlar, ‘Çin zulmü altında’ anadillerini konuşmaktan men edilen Türkistanlı ırktaşlarımızın veya Bulgaristan’da Türkçe isim alamayan kardeşlerimizin derdine yandık. Onlar için ağıtlar düzdük ama burnumuzun dibindeki Kürtlerin anadilleri konuşamamasının ıstırabını hissetmedik (Radikal, 10.10.2011)” sözleriyle ifade etmişti.
Tek çare demokrasidir
Sonuç olarak Gülen Cemaati’nin önünün koşulsuz olarak açılması sonucu en çok mağdur olan kesim Kürtlerdir. Kürt halkının mağduriyeti de Kürt sorununun demokratik çözümünün engellenmesiyle ortaya çıkmıştır.
Bugün Gülen Cemaati’ne karşı AKP büyük bir savaş verdiğini ifade ediyor. Öyleyse çeşitli tazyiklerle kesintiye uğrayan veya başarısızlığa sürüklenen çözüm ve barış sürecini de tekrar gündeme almak gerekiyor.
Çünkü Kürt sorununu silahla çözmek adına farklı kesimlerle girilen her türlü ittifak, devlet içinde belli güç odaklarının büyümesine ve darbe mekaniğinin işlemesine neden olacaktır. Bu anlamda AKP Hükümeti, 15/16 Temmuz darbe girişimi ve musibeti sonrasında tüm Türkiye halklarının huzur bulacağı bir demokratikleşmeye gitmelidir. En sağlam ve güvenilir yol budur. (İG/EKN)