Değişen dönüşen, sorgulayan düşünen bir toplumsallık içinde bireylerin, akan tarihsel zamana ve yürüyen yelkovanın sesine bigane kalması düşünülebilir mi? Geçmişte kalanın yarına hükmü geçer mi? Bütün parçaları görmeden nesneyi tanımlamak mümkün değilse; olguları anlamadan gündelik olaylarla kritik meselelerin anlaşılması kolay mıdır? Ve en önemlisi; toplumsal barışın önüne toplumsal hassasiyet argümanı ile çıkılması nasıl okunmalıdır?
Soruların kendi içinde bölünerek sonsuz bir uzamda çeşitlenmesi mümkün. Sokrates de buna başvurdu, “gerçeği doğurtmak” amacıyla. Herkes sorulardan hazzetmez elbette, çünkü Sokrates’in de deyişiyle Atinalıları rahatsız eden bir at sineğine dönüşüverir sorular… Kürt meselesinde de sorular her zaman rahatsız edici olmuştur. Bu sebeple mayınlı bir alana dönüştürülen Kürt sorunundan aydınlar, politikacılar ve akademisyenler uzak durmayı tercih etmişlerdir. Ama onlar kaçsa da “olgusallık” onların peşini hiçbir zaman bırakmadı, bırakmaz da.
Dönülmez çözümün ufkunda
Kürt meselesinin serencamı da benzer bir yol izleyerek bugünkü aşamaya geldi. Bugün tüm ülke olarak inkar etmenin, ikircikli davranmanın, “ama-fakat” parantezine sıkışmanın hükümsüz kaldığı bir eşiği atlıyoruz. Bu anlamda Kürt meselesinin nihai çözümüne dönük ciddi bir umut da var, kaygı da var. Umut var; çünkü özgün ve cesur adımlarla yol alındı. Kaygı var; çünkü buna rağmen çözüm olmazsa bir daha çözüm nasıl mümkün olacak? Ama PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Demokratik Toplum ve Barış çağrısı, DEM Parti’nin gayreti, MHP’nin tutarlılığı, siyasi iktidarın ve muhalefetin dahli ile artık dönülmez bir çözümün ufkundayız.
TBMM çatısı altında kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu da önemli ve anlamlı çalışmalara imza attı. Özellikle yaptığı dinlemelerle tutanaklara bir “çözüm hafızası” eklemiş oldu, siyasi partiler arasında yapıcı bir dilin kurulmasını sağladı. Tatmin edici de olmayabilir, hatta dinlemelerin uzamasıyla çözüm takvimi de aksamış olabilir; ama toplumsal barışa giden yolda ateşi söndürecek her bir damlaya dahi kıymet vermek zorundayız. Ki toplumsal barışa ve demokratik değerlere inanan hiç kimse bunun karşısında durmaz, durmaması gerekiyor.
Seçime değil, barışa odaklanmak
Buna rağmen süreç akarken birçok anlaşılmaz gelişmeler ve tartışmalar da söz konusu. Bazı kesimlerin süreç karşıtlığına şahidiz. Endişeler anlaşılabilir, güvensizlik de olabilir; ama bunu aşmanın yolu, sürecin içinde bulunarak “endişeli kesim” adına bir sigorta işlevi görmektir. Hem sürecin uzağında durmak, hem de süreci konuşmak tutarlı bir çizgi değil. Kabul etmek gerekir ki çözüm ve barış süreci, “seçim simülatörü kapsülünde” anlaşılacak bir şey de değil. Çünkü seçim simülatöründe; milyonların demokrasi, özgürlük ve barış özlemi görülmez; çünkü teknik, duyguları örter.
Seçim simülatöründe yüzyıllık bir politik meseleyi de anlamak mümkün değil. Bu bir tarafa, çözümü ve barışı konuşurken dönüp dolaşıp seçim hesabına kilitlenmek asla etik olamaz. Her şeyden önce anket ve seçim odaklı yaklaşım, hayatını kaybedenlerin anılarına ve acı çeken insanlara karşı bir saygısızlıktır, gelecek kuşaklara karşı sorumsuzluktur. Ülkenin en kritik sorununu çözmeye yaklaşırken odağımızı barışa vermek, demokrasi ve özgürlük mücadelesini de kaldığı yerden büyütmek, halkları karşı karşıya getiren söylemleri terk edip yeniden bir dayanışmayı örmek varken popülist savrulmanın adına “vatanseverlik” denebilir mi?
Tarih yazmak mı, okumak mı?
Gelinen aşamada kritik bir sürecin arifesinde olduğumuz apaçık. Kim cesaretle tarih yazacak? Kim cesurların yazdığı tarihi okuyacak köşesinde? Özellikle İmralı Adası’na gidilip gidilmemesi tartışmaları, çözüm sürecinde bir turnusol işlevi gördü. CHP’nin başından itibaren gösterdiği yapıcı tutumu görmek gerek, sürecin toplumsallaşması açısından kıymetliydi. Ki Kürtler ve demokrasi güçleri tarafından takdir de edildi. Elbette iktidar iddiası olan bir siyasi partinin, yüzyıllık bir meselede kendini uzakta tutması anlaşılır olmazdı. Buna rağmen CHP’nin İmralı’ya gidiş meselesinde sergilediği tutumla kendisini, “ektiği rüzgarla adeta fırtına biçmek” riskiyle karşı karşıya bıraktığı da açıktır. Bunu tersine çevirecek şey, CHP’nin ikinci aşamada daha cesur bir şekilde tarihi bir rol üstlenmesi, siyasi iktidarı kalıcı çözüm konusunda cesaretlendirmesidir.
Tabii bu süreçte CHP’nin daha çok Kürtler ve sol-demokrasi güçleri nezdinde göz takibinde olacağı da aşikardır. Çünkü Kürt meselesinin çözümü ile Kürtlerin temel beklentilerinin karşılanmasında sadece Hükümet değil; en az onun kadar ana muhalefet partisi de sorumluluk altındadır. Dolayısıyla siyasi iktidarı dengeleyecek unsur, yine ana muhalefet olacaktır. İmralı gidip gitmeme eşiği aşıldı, tabu yıkıldı; MHP de İmralı’yı “en ciddi muhatap olarak” kayda geçirdi. Şimdi sıra demokratik adımların atılmasında, yasal çerçevenin oluşturulmasında.
Bunu yapmak zor değil. Çünkü en önemli avantaj, seçim tarihinin hâlâ çok uzakta olması; en anlamlı avantaj, Meclis’te %90’ı aşan bir konsensüs sağlanması; en umut veren avantaj, kaygılara rağmen Türkiye halklarının sürece desteğinin yüksek olması. Bu sebeple seçim tarihine, anket rakamlarına, tarihsel fobilere, komplo teorilerine değil; demokratik bir toplumla genç nesillerin geleceğe güvenle bakmasına odaklanalım. Çünkü zamanın ruhunu ancak bu şekilde yakalayabiliriz.
(İG/AB)







