Üniversite sıralarında “doğru düşünme” üzerine Prof. Dr. Rıza Filizok’tan ufkumuzu genişleten enfes dersler almıştık. Doğru düşünmemizi engelleyen bir liste tutturmuştu bize. Buna göre “kuşku”, “hayret” ve “soru sorma” yoksa doğru düşünme eylemi de gerçekleşemezdi. Kendisini rahmetle yad ederken listeye “iyi niyet”i de eklemek istiyorum. Çünkü niyet halis olmadığında, daha da ötesi “kötü niyet” devreye girdiğinde olguların anlaşılması da mümkün olmamaktadır. Kürtlerin onlarca yılda verdikleri “ontolojik mücadele” de bazen traji-komik, bazen de dramatik bir şekilde bugünlere kadar geldi. Gelinen aşama “kendini anlatma” gereği duymaktan hicap duyulacak bir aşama; çünkü artık mesele, muhataplarca iyi bir niyetle “anlaşılma” meselesidir.
Gelişmiş demokrasilerde temel ve gayet basit bir ilke vardır; egemen bir yapı, diğer bir halk ve inanç grubu adına karar veremez, ne istemeleri gerektiğini dikte edemez. Nokta! Ama bugün Kürtler, Kürtçe ve Aleviler bağlamında yürütülen tartışmalar, demokrasinin en temel ilkesinin nasıl göz ardı edildiğini gösteriyor. Bir devlet kurumunun Kürtçe paylaşım yapması üzerinden kopartılan fırtına, Kürtlere yönelik “kökenli” tartışmaları ve anadilde eğitime yönelik bakış herkesi akıl çağında Schrödinger’in kedi paradoksuyla karşı karşıya getiriyor. Elbette “Kutu” ve içindeki “kedi” hakkında konuşmakta yarar var, Kauntum mekaniğinin her türlü olasılığına değinilebilir; ama bir şeye ihtiyacımız var: “İyi niyet!”

ÖZERK YÖNETİM EĞİTİM KONSEYİ EŞ BAŞKANI SEMİRA HEC ELÎ
“Entegrasyon şartlarımızdan biri Kürtçe’nin Suriye Anayasası’na girmesi”
Diller kavga etmez
Yıllar önce katıldığım bir davette Cambridge Üniversitesi’nden emekli bir dil profesörüyle tanışmıştım. Kendisi yirmi yılı aşkın süre dilbilimle ilgili bölümde yöneticilik de yapmış bir profesördü. Konuyu Kürtçeye getirdiğimde gülerek bir anısından bahsetmişti. 1970’lerde bir dilbilim sempozyumu düzenlediklerini, Türkiye’den katılanların “Kürtçe diye bir dil yok” dediklerinde yabancı bilim adamları karşısında utanç duyduklarını belirttikten sonra o yıllarda basılan İngilizce-Kürtçe bir sözlüğü kendilerine hediye ettiğini aktarmıştı. Bugünkü dil tartışmalarını sorduğumda ise “ülkenin olgun bir anadil tartışması” seviyesine gelmediği tespitini paylaştıktan sonra susmuştu. Çünkü profesör umutsuzdu. Bu yüzden sormak bana düşer; 1970’ten 2026’nın kapısına geldiğimiz bir süreçte anadili tartışmalarında düşünce sefaletinden artık sıyrılmayacak mıyız?
Bir yabancı düşünürün sözüydü, yanılmıyorsam şöyle diyordu: “Diller ancak dilbilimciler ve Allah katında eşittir.” Çünkü dilin doğasını bilmeyenler, kendi anadili üzerinden bir şovenizme kapılabilirler, dilleri bir rekabet aracı olarak görebilirler. Oysaki dilbilim dünyasında gelişmiş / gelişmemiş şeklinde bir dil tartışması yok. Hangi dil eğitim dilidir, hangi dilde eğitim olmaz diye bir kavga da yok. Diller canlı varlıklardır, doğal mecralarında müdahalesiz de gelişebilirler; sağlanan imkanlarla da. Her şeyin ötesinde tüm diller özeldir, güzeldir. Bir rekabet içinde olmazlar, yan yana geldikleri anda müthiş bir paylaşım ve dayanışma sergileyerek birbirileriyle kelime alışverişinde bulunurlar, birbirilerinin anlam dünyasına katkı sunarlar. Bu kadar basit!
Kürtçeyi doğru tartışmak
Buna rağmen ülkemizde Kürtçe bağlamında süren tartışmalar, yapıcılıktan ve iyi niyetten çok uzakta. Anadilde eğitim ve Kürtçe meselesi gündeme geldiğinde bunu, “Türkçeye karşıtlık” üzerinden tartışmaya meraklı bir kesim var. Onlara göre “Kürtçe lehine olan her şey Türkçenin aleyhinedir.” Bu sebeple geçmiş yıllarda da “X, Q, W” harfleri tartışıldığında “Ama Türk alfabesinde bu harfler yok” şeklinde bir reaksiyon ortaya çıkmıştı. Bugün de anadilde eğitim tartışmaları her açıldığında iyi niyetten ve empatiden yoksun bir yaklaşıma maruz kalıyoruz. Oysaki Türkiye bir halklar ve diller bahçesi; Kürtçe ve Türkçe başta olmak üzere her yurttaşın en az 2-3 dilde konuşup yazıyor olması gerekiyordu. Ama yok, uluslar arası endekslerde dil öğrenme yetisindeki sıralamamız hiç de iyi değil.
Kürtçe gramer hakkındaki bir meselesinin dahi Türkçe üzerinden tartışılması, bir dil hegemonyası aslında. Çünkü ısrarla bir halkın kendi anadiliyle ilgili ne tür bir tasarrufta bulunacağının sınırları egemenlerce çiziliyor. Bunu 2013 yılında açıklanan demokratikleşme paketiyle ilgili tartışmalarda da görmüştük. Hatta o dönem Türk Dil Kurumu, Kürtçe – Türkçe sözlük de basmıştı. Oysaki zaten Kürtçe sözlükler on yıllardır basılı halde. Ama Türkçeyle ilgili bir kurum da bir sözlük basma gereği duymuştu. Ortada bir kafa karışıklığı vardı, bunu anlamlandırma veya sadeleştirme işini birileri üzerine alarak hayırlı bir çalışmaya imza atmışlardı. Stratejik Düşünce Enstitüsü ve Ahmet Yesevi Üniversitesi Avrasya Çalışma Grubu tarafından Mart 2014’te bir rapor yayınlandı. “Bitmeyen Öykü: Alfabe Tartışmaları” adıyla Hacettepe Üniversitesi Çağdaş Türk Lehçeleri ve Edebiyatları bölümü öğretim görevlilerinden Prof. Dr. Nurettin Demir ve Prof. Dr. Emine Yılmaz tarafından hazırlanan raporda dikkat çekici saptamalar vardı.
Yeni bir yıl, yeni bir bakış
Raporu hazırlayan profesörler Kürtçedeki “X, Q, W” tartışması karşısında “Türk alfabesine harf eklenmesi boyutunda algılanması şaşırtıcı” ifadesini kullanırken “Türkçe ve Kürtçe ayrı dillerdir, bu nedenle Kürtçenin yazımında hangi harflerin kullanılacağı konusu Türkçeyi ve Türk alfabesini ilgilendirmez.” sözleriyle net bir belirlemede bulunuyorlar. Raporda önemli bir vurgu da “devletin vatandaşlarının ana dilinin ne olduğunu belirleyebileceği yönündeki yanılgı da ciddi bir sorun kaynağıdır” sözleridir. Devamında “Bu anlayışta, dilbilimin en temel prensiplerinden biri olan, bir insanın ana dilinin ne olduğunu başka birinin dikte ettiremeyeceği gerçeği göz ardı edilmiştir. Bireylerin ana dilinin ne olduğunu yasal düzenlemeler değil, bireylerin hissettikleri belirler.” ifadelerine yer verilmiştir.
Raporun tamamına bakıldığında, dillerin birbiriyle sorun yaşamadığı; temel sorunların dil politikasından kaynaklandığı görüşünün ağırlıkta olduğu görülebilir. Bu sebeple dilbilimcilerden ziyade siyasi otoritelerin anadiline yönelik yeni bir bakış geliştirmesi ve pozitif kararlar alması gerekmektedir. Özellikle 2026 yılının eşiğinde demode düşünce ve eylemlerin geride bırakılarak, önyargı ve paranoyalardan sıyrılarak ileriye doğru yürümeye ihtiyaç var. Bu yazının da 2025 yılında yazılmasının sebebi budur. Çünkü iyi niyetle, birlik ve beraberliği de büyüterek 2026 yılında daha ileri şeyler düşünebilir ve tartışabiliriz. Eğer bir ikna gayreti olacaksa da bunun temel aracı sadece dil / söz / sözcük olmalıdır.
(İG/NÖ)







