15 Temmuz’da saat 22.00 sularında başlayan bir askeri darbe kalkışması yaşandı. Bu askeri kalkışmanın üzerinden dolu dolu üç hafta geçti, şimdi de dördüncü haftanın içindeyiz.
Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın gazeteci Deniz Zeyrek’e verdiği demece göre; eğer kalkışma başarılı olsaymış Fethullah Gülen de, Humeyni’nin Paris’ten İran’a dönüp yönetime el koyması gibi Türkiye’ye gelerek yönetime el koyacakmış. Ama bu oyunu Erdoğan’ın çağrısıyla sokağa çıkan halk; kalkışmanın darbeye dönüşmesine engel olarak, -hem de- Fethullah’ın foyalarının ortaya çıkmasını sağlayarak ve de Türkiye demokrasisinin gücünü dosta - düşmana göstererek, bozmuş.
Günlerdir eski Fethullahçılar Fethullah Gülen ve Cemaati’nin iç yüzünü açık ve net biçimde, hem de tüm boyutlarıyla halka anlatmaya çalışıyorlar. Aslında bunların pek çoğu daha önce yazılıp, çizilmiş ve örnekleriyle de kitaplaştırılmıştı ama -basılmamış kitabın toplatılması da dahil-, yazarlarının başına da gelmedik şey kalmamıştı. Çünkü o zamanlar bu Fethullahçı taife yönetimi yönetimle, yargıyı yargıyla, orduyu orduyla aldatıp, dininde kitabında / namazında niyazında inananlar oldukları için, güvenle her istediklerini yapmaya devam edip, sorgu-sualden azade eylemlerini sürdürüyorlardı. Fakat şimdi artık işler değişti. Aslında işler 17 - 25 Aralık 2013’den bu yana değişmişti de; (yine mealen Bozdağ’ın söylemiyle) muhalefet iktidarı dinlememekte ısrar ettiği için, 15 Temmuz 2016 kalkışmasının önlenmesi, son ana ve halka kalmış oldu. Elbette kalkışmanın önlenmesinde muhalefetin “demokrasiden yana ve darbelere karşı” oluşunun da katkısı var ama, yine de bu gecikmiş bir katkı.
Keşke muhalefet iktidarın söylediklerine daha önceden kulak verip, cemaati de bu noktaya gelmeden önce mahkum etmiş olsaydı(!).
Fethullahçılar, AKP iktidarına ve Erdoğan’a karşı 17–25 Aralık 2013’de bir sivil darbe girişiminde bulunmuşlar. O zaman, o süreçte AKP muhalefetçe bu sivil darbe girişiminde yalnız bırakılmış. Eğer o zaman iktidar yalnız bırakılmasaymış, devlet Erdoğan’ın istediği gibi çalışacak ve devletin yeniden yapılanması da bugüne kadar çoktan tamamlanmış olacakmış. O günlerde bu durumu anlayamayan muhalefet, nihayet bazı şeyleri -geç, ama güç olmayan biçimde- anlamaya başlamış görünüyor(!)
Bu durumu ilk anlayan ve anladığını da 7 Haziran 2015 gecesi halka ve partililerine HDP’yi hedef göstererek yapan, MHP’nin lideri Devlet Bahçeli oluyor. Bahçeli’nin anladığı; iktidarın ümmetçi Müslümanlık anlayışına dayalı Kürt meselesi yaklaşımının sona erdiği ve iktidarın yeni politik çizgisinin milliyetçilik üzerinden kurgulanacağıydı. Öyle de oldu.
7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP, dört yıl önceki seçimlerde aldığı oyların büyük kısmını HDP’ye ve MHP’ye kaptırıp, yaklaşık yüzde yirmilik bir oy yitimi yaşamıştı. Bu AKP için tek başına iktidar olma ve Erdoğan için başkanlık hayallerinin sonu anlamına geliyor. Fakat AKP tekrar seçim yoluyla 1 Kasım 2015’de bu kaybı telafi etti. Kaybın telafisi, milliyetçi çizgide uygulanan güvenlikçi ve çatışmacı politikalar, kaos-istikrar söylemleri ve eşitsiz seçim koşullarıyla sağlandı. Oyların geri kazanım sürecinde AKP en çok oyu 7 Haziran’da MHP ya da Saadet Partisi’ne oy veren seçmenlerle, seçimde oy kullanmamış seçmenlerden aldı. Ama 7 Haziran’da HDP’ye kaptırdığı seçmenlerin büyük kısmını AKP’ye geri döndüremedi. Bu da; güvenlikçi politika uygulamalarını ve çatışmaları arttırdı, HDP’nin yok sayılmasını AKP ile MHP’nin ortak politikası haline getirdi.
Ama bu iç politika, sadece içte kalamadı. Ortadoğu politikalarına da yansıdı. Böylece Türkiye’nin yalnızlığı daha da hızla arttı. Bunun çözümüne ne Avrupa’nın mülteci göçü korkusu, ne de Türkiye’nin Ortadoğu’daki tek demokratik (!) ülke oluşu katkı yapabildi. İşte tam da o noktada Ahmet Davutoğlu gitti, yerine Binali Yıldırım geldi. Ve Yıldırım, Başbakan olarak ilk demeçlerinden birinde “içte ve dışta düşmanı azaltıp, dostu artırmak zorunda” olunduğunu ilan etti. İşte o günden bugüne düşmanlar azaltılıp, dostlar arttırılıyor!
Çünkü Erdoğan’ın fiili konumunun anayasal hale getirilmesinin yolu, ancak ve yalnız buradan geçebilir.
FETÖ/PDY (Fethullah Terör Örgütü / Paralel Devlet Yapılanması) ile mücadele AKP ile Fethullahçılar arasında hızla sürerken, bir yandan da özellikle Güneydoğu il – ilçeleriyle Suriye sınırında, batıdan pek algılanamayan (ya da batı illerine çok fazla algılatılmayan) bir savaş durumu vardı. Batıya yansıyan ise “terör eylemleriyle” 2016 yılının gündeminin kısırlaştırılması.
AKP’ye göre HDP’li vekillerin dokunulmazlıkları; PKK ve terörün meclise taşınması anlamına geliyordu. Bunun çözümü için ise, fezlekesi olan tüm milletvekillerinin dokunulmazlıklarının bir kerede toplu olarak kaldırılmasıydı. Buna CHP ile HDP, “tüm milletvekillerinin dokunulmazlıkları kürsü dokunulmazlığıyla sınırlandırılsın” diye karşı çıktı. Fakat bu düzenleme anayasa değişikliği gerektirdiği için “konu referanduma gider ve biz de meydanlarda/mitinglerde HDP’yi savunuyor konumuna düşeriz” korkusuyla CHP, AKP’nin anayasaya geçici madde eklenmesi önerisine destek vererek teslim oldu.
Böylece AKP, MHP ve CHP’nin desteğiyle, savcılık fezlekesi bulunan tüm milletvekilleriyle birlikte dokunulmak istenen milletvekillerinin de dokunulmazlıkları kaldırılmış oldu. Ama milletvekillerine dokunma aşamasına daha tam gelinemeden askeri bir kalkışma yaşandı. 15 Temmuz’da, bugüne kadar her istediği verildiği halde bununla yetinmeyen (yetinemeyen)! FETÖ/PDY’nin ordu içindeki uzantıları darbe kalkışmasıyla hem gündemi, hem de Türkiye’nin politika ve önceliklerini birden bire değiştiriverdi.
Hüseyin Gülerce, Nurettin Veren gibi eski Fethullahçılar televizyon ekranlarında boy gösterip, Fethullah Gülen ve hareketinin ne denli "yalancı, soyguncu, gaddar, hain, işkenceci olduğunu, bukalemun gibi renkten renge girdiğini" anlattılar. Ordu ve polis kadrolarının neredeyse (yüzde doksanlara kadar) tamamının ele geçirildiğini, kurum içindeki bu cemaatçıların tanınmasının mümkün olmadığını, hücre tipi örgütlenme yüzünden Fethullahçıların birbirleriyle ilişki içinde olmadığını, onun için de FETÖ hücrelerinin kadrolardan temizlenmelerinin mümkün olmadığını anlattılar. Böylece bir kötülüğü sergilerken, diğer yandan gizil gücün korkusunu da siyasete ve topluma yaydılar. Unutmadan eklemekte yarar var; burada anlatılan tüm olumsuz özellikler siyasal İslam değil, Fethullah Gülen Cemaati kaynaklı kötülüklerdi.
Tüm bu anlatılanların bizi getirdiği nokta; AKP’nin, daha doğrusu Erdoğan’ın önünde (kendini gerçekleştirmek ve Başkanlık sistemini kurgulayabilmek için) üçlü bir politik yol olarak duruyor.
Bu yollardan ilki; FETÖ/PDY’yi Türkiye’nin tüm kurum ve kuruluşlarından temizleyip, engel oluşturmayacak ya da en azından yeni sorunların üreme nedeni olamayacak bir konuma getirmeyi mümkün kılan çizgiyi tanımlıyor.
İkincisi Türkiye’yi bölünmeye götürmeden Kürt sorunun çözümünü üretecek yol olarak beliriyor.
Üçüncüsü ise, Türkiye’yi 1980 darbesi çizgisinden çıkararak anayasal yeni bir yapıya taşıyacak yol olmalı.
İşte bugün Erdoğan’ın ve AKP’nin önünde; bu yollarda nasıl, kim ve kimlerle birlikte yürünüleceği konuları dağ gibi duruyor. Ayrıca yolların her üçünde de, yürürken hangi araçların kullanılacağı, bu süreçte çevreye/topluma zarar vermemek için nelerin, nasıl ve neden yapılacağı da ayrıntılı olarak belirlenmek durumunda. Soru çok, yanıtları ise hiç de kolay değil.
15 Temmuz kalkışması Türkiye toplumunu üç haftalık kesintisiz sokak protesto ve gösterileri sonrasında 7 Ağustos mitingine taşıdı. İstanbul Yenikapı miting alanında ellerinde bayraklarla milyonlar buluştu ve davetliler konuştu, toplum da coştu. Çünkü söylem; darbeye hayır demokrasiye evet, uzlaşısı üzerine kurguluydu.
7 Ağustos mitingi, devlet olanaklarının sonuna kadar kullanılarak gerçekleştirilmiş olmasına karşın yine de katılım düzeyiyle önemli ve anlamlı birçok mesaj üreten kitlesel bir gösteri oldu. Ve özünde bu miting; AKP’nin yedeğine almaya çalıştığı MHP milliyetçiliği ve CHP ulusalcılığı bütünlüğü, kurumsal olarak ordu ve diyanet desteği, HDP dışlanması üzerinden kurgulanmış, çok yere de selam veren bir güç gösterisi görünümü koydu ortaya. Demokratik hak ve özgürlükleri savunma yönüyle ise eylem, tüm kitlesel büyüklüğüne karşın sakat doğum olarak birçok ayrımcı tehlikeyi de içinde taşıyan bir gösteri. Ne yazık ki bu yanıyla, yarınlar için bir umut olma yerine, bir umutsuzluk kaynağı olarak da karşımıza dikilebiliyor.
Örneğin; halkın/kitlelerin/milletin kendini ifade etmek, kalkışmaya karşı direnmek için sokağa çıkma özgürlüğü elbette var ve hep olmalı. Ayrıca bu özgürlük davetli ya da davetsiz olarak, bugün olduğu gibi yarın da kullanılabilmeli. Ve de bu özgürlüğün tüm toplumsal kesimler için bundan sonra da var olmaya devam etmesi, demokrasinin olmazsa olmaz temel koşullarından biri.
Çünkü demokrasi; benim için/senin için/onun için değil, ancak hepimiz için olursa demokrasidir. (ST/HK)