Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmadan önce yaşadığı en büyük hezimet ve felaket olan Balkan Savaşlarının üzerinden 100 sene geçti.
Balkan Savaşı ile ilk tanışmam büyük anneannemin çocukken masal gibi anlattığı hatıraları ile olmuştu.
Bir sonbahar günü subay büyük dedenin telaşla eve girerek 'çocukları toparla gidiyoruz' demesi üzerine nasıl 'evimi bırakmam' diye direndiğini ancak kocasının silahını çekerek 'ya gelirsin ya da şimdi seni burada vururum, sağ bırakmam' dediğini anlatırdı.
Daha sonra büyük anneannemin yağmur altında çamurlara bata çıka, elinden tuttuğu altı yaşında anneannem, kucağında büyük teyze ve karnında bebeği ile yürüyerek tren istasyonuna varmasını, Selanik'te bindikleri geminin Pire'ye çekilerek enterne edilmesini, aç susuz kadın ve çocuklarla dolu geminin bir hafta bekletildikten sonra Anadolu'ya geçmesine izin verildiğini, şok edici mezalim ve sefalet detayları ile dinlerdik.
Sonraki okumalarımla nasıl İstanbul, İzmir, Edirne'de yolların, meydanların, kışlaların, garların, hastanelerin hasta, perişan muhacirler ile dolduğunu, muhacirlerin iskânı ve iaşesinin büyük bir sorun olduğunu ve muhacirlere destek kampanyalarını öğrendim.
8 Ekim 1912 -29 Eylül 1913 tarihleri arasında süren savaş, birleşik Bulgar, Sırp, Karadağ ve Yunan ordularının Osmanlıya karşı Rusya'nın desteği ile ittifak kurarak saldırması ile başladı.
Balkan Savaşlarında Osmanlı, Trakya'da Edirne dâhil küçük bir bölge dışında Balkanları, Girit'i ve Ege adalarını kaybetti, hatta bir ara Bulgar ordusunun önünde Çatalca'ya kadar geri çekildi.
Kaybedilen topraklarda Müslüman halk büyük bir vahşetle karşılaştı, köyler yakıldı, kitle halinde kıyımlar gerçekleşti ve resmi rakamlara göre 1912-1915 arasında kaçabilen 300 bin civarında nüfus Anadolu'da iskân edildi.
Balkanlarda yaşananlar Osmanlılarda büyük bir panik ve öfke yarattı. Edebiyatımızda da Ömer Seyfettin, Yahya Kemal Beyatlı, Reşat Nuri Güntekin, Kemalettin Tuğcu gibi birçok yazar Balkan savaşı ve göçlerinin sosyal etkilerini eserlerine konu ettiler.
Balkanlar 19. yüzyıl başından beri kaynıyordu. 1821'de Yunanistan, 1877-78 Rus harbi sonrası da Bulgaristan ve Sırbistan kaybedilmişti.
Balkanlarda yüzde 40 olan Müslüman nüfus 93 Harbi de denilen Rus harbi sonrasında yüzde 25'e inmişti. 1912-13 Balkan savaşlarında kaçan ve öldürülenlerden sonra ise Balkanlardaki Müslüman nüfus yüzde 10'a düşmüştü.
Osmanlının Balkanlardaki bütün topraklarını kaybettiği bu savaşların Osmanlı vatandaşları, aydınları, asker ve sivil yöneticileri üzerindeki etkisini, yarattığı büyük travmayı anlayabilmemiz hayli zor.
Bizler bir cihan imparatorluğunda doğmadık. Adriyatik'ten Hint Okyanusu'na kadar uzanan toprakları parça parça kaybedip bir zamanlar yönetilen topraklarda tebaa olarak yaşamanın nasıl olduğunu hissedebilmek kolay değil.
Osmanlı ulus devletlerin kurulma çağı olan 19. yüzyılda Balkanlardaki halkların ulus devlet olma süreçlerini anlamakta zorlanarak onları İmparatorluğa ihanet eden unsurlar olarak algılıyor ve kendine bir kimlik arayarak Türklüğü keşfediyordu.
Jön Türk hareketi, panislamizm, pantürkizm ve sonrasında İttihat ve Terakki dağılan Osmanlı İmparatorluğu'nu Türklük ve İslam kimliği etrafında toparlamaya çalışıyordu.
Çökmüş bir ekonomik yapı ve çürümüş bir bürokrasi ile Tanzimat ve Meşrutiyet hareketlerine rağmen imparatorluğun parçalanmasını önlemek artık mümkün değildi.
Özellikle Balkan Savaşları sırasında Balkanlarda yaşanan vahşet ve bu toprakların kaybedilmesi, kendileri de çoğunlukla Balkan kökenli olan İttihat ve Terakki kadrolarının Osmanlı'da var olan farklı etnik ve dinsel grupları da kuşkulu, güvenilmez unsurlar olarak değerlendirip etkisizleştirilmeleri, göçertilmeleri hatta yok edilmeleri doğrultusunda politikalar geliştirmelerinde etkili oldu.
Yeni kurulan Cumhuriyetin yönetici kadroları da büyük ölçüde İttihat ve Terakki kadrolarıydı. Çoğu Balkan kökenli ve Balkan bozgunundan etkilenmişlerdi. Yeni kurulan Cumhuriyetin özelikle üniter bir yapıda kurulmasına özen gösterdiler. Tek ulus, tek din temel şiarları oldu.
Yeni Türkiye Cumhuriyeti Türklerin ve Müslümanların devleti olacaktı ki bir daha aynı tehlikeler yaşanmasın. Cumhuriyet tarihi, ülke içindeki farklı etnik ve dinsel yapıda gruplara karşı yürütülen ayrımcılıklara sahne oldu.
'Vatandaş Türkçe konuş' kampanyaları, amele taburları, varlık vergileri, 6-7 Eylül olayları hiçbir zaman aslî vatandaş olarak algılanamayan farklı etnik ve dinsel gruplara karşı devletin temel reflekslerinin göstergeleri oldu.
Ne yazık ki yüz yıl sonra bile Türkiye Cumhuriyeti Devleti bu Balkan yenilgisi travmasını atlatamadı. Hâlâ etnik ve dinsel açıdan farklı yurttaşlarımıza güvenemiyoruz ve onları bölücüler ve Cumhuriyeti yıkabilecek tehditler olarak algılıyoruz. (NE/BA)