Bugün Rusya'da işçilerin ve köylülerin iktidara geldikleri ilk büyük devrimin 90. yıldönümü. Gerçekleşmesi kadar 1990'da Rusya'daki çöküşüyle birlikte de dünyanın çehresini iki kez baştan sona değiştiren Ekim Devrimi'nin 90. yıldönümümde Rus sosyalist düşünür Boris Kagarlitskiy'nin 10 yıl önce 80. yılda Avustralya'nın sosyalist haftalık dergisi "Green Left" için kaleme aldığı bir eleştirel değerlendirmesine yer veriyoruz. Makaleyi İngilizcesinden Ertuğrul Kürkçü çevirdi.
Rus Devrimi konusunda söylenebilecek herşey söylenmiş gibi görünüyor. Devrimi eleştirenler de savunanlar da 1920’lerde yazılmış ve söylenmiş olanları tekrarlayıp duruyor. Sovyetler Birliği’nin hüküm sürdüğü on yıllarda solcular, rejimin büroktratik yozlaşması, devrimci sürecin tamamlanmamışlığı ve geri döndürülmesi olasılığı üzerine Troçki ve biyografisini yazan İsaac Deutscher’in açıklamalarını biteviye tekrarladılar. Sosyal Demokratlar Kautsky ve Martov’un Bolşevik deneyiminin hamlığı ve antidemokratik karakteri konusundaki düşüncelerini tekrarlarken, liberaller piyasa ve özel mülkiyet temeline dayanmayan bir ekonominin ayakta kalamayacağı üzerinde durdular. Sovyet sisteminin 1989-1991 arasında çöküşü sanki i’lerin noktalarını koyacak ve tartışma, hiç değilse duygusal düzlemde bitecek gibi görünüyordu. Ancak, bu yıllarda meydana gelen olaylar ideologlar için tam bir sürpriz oldu.
Rus Devrimi yeniden tartışılırken
Kapitalizm propagandacılarına “Rus deneyimi”nin akıbeti çok doğal bir sonuç gibi geliyordu. Ama tarih 1989’dan sonra liberallerle dalga geçmeye başlar gibi oldu; bütün teori ve öngörülerini doğruladıktan sonra onları yalanlamaya başladı. Bütün o parlak gelecek, dinamik büyüme ve “normal ekonomi” vaatleri zıddına dönüştü. “Olumlu” reçetelerin biri bile işe yaramazken liberal değerler, profesyonel entelektüeller dışında kimsenin ilgisini çekmez oldu.
Liberal ideologların, Sovyet komünizminin diline, onun argümanlarını bire bir yansıtarak başvurmaları çok çarpıcı. Liberaller de şimdi geçiş döneminin güçlüklerinden, reform politikalarının yetersiz uygulanmasından, özgül yanlışlardan dahası, tarihin gidişine karşı duran hatta bunu tersine çevirmeye çabalayan düşman güçlerin direniş ve sabotajlarından söz ediyorlar. Bu, sırf Rusya’daki bütün kapitalizm ideologlarının, Doğu Avrupa ülkelerinin çoğundaki gibi Komünist Parti okullarından gelmelerinden ötürü böyle olmuyor. Hiçbiri Sovyet okullarından gelmeyen Batılı “uzmanlar” da aynı şeyleri söylüyor. Bunun gerisinde tarihin açıklanamayan mekanizmaları karşısındaki güçsüzlük ve somut sorulara açık yanıtlar verme yeteneksizliği ile isteksizliği yatıyor.
Rus Devriminin sonuçları üzerine tartışmanın bu arkaplan üzerinde yeniden başlaması sürpriz değil. Toplumun durumunun belirsizliği insanların durmadan geriye bakmaları anlamına gelir. Eğer herşey dedikleri kadar açıksa neden herşey bu kadar bulanık olsundu ki. Geçmişe bakmak gelecekten duyulan korkuyu gizlemeye yarar. Tartışma halkalar halinde genişliyor. Herkes 1989-91 olaylarının eski tezlerini doğrulaması umuduyla eski argümanlarını sıralıyor. Ama bu arada karşılarına bir paradoks dikiliyor: Geçmişe anlam verebilmek için önce bugünü iyice anlamak gerekir.
Sovyet Devriminin çöküşü sosyal demokrasiyi de vurdu
Sovyet sisteminin çöküşü sadece 1917 Rus Devrimi’nin ideolojisinde merkezi bir rol oynadığı ve bir mitler sistemi kazandırdığı komünist harekete indirilmiş öldürücü bir darbe olmakla kalmadı. Sosyal demokrasi de bu çöküşten en az komünist hareket kadar hatta kimi bakımlardan ondan da fazla zarar gördü. Bu, şimdilerde Avrupa’nın birçok ülkesinde merkez-sol hükümetlerin iktidarda olduğu bir dönemde neo-liberalizmin kesintisiz bir hegemonyaya sahip olduğu birkaç yıl öncesine göre çok daha kuvvetle hissediliyor. Solcular iktidara kendi programlarını uygulamaya değil, neo-liberallerin politikalarını sürdürmek için geliyorlar. Bu yeni dönmeler pek çok açıdan “normal” burjuva politikacılardan daha tehlikeli. Peki o zaman komünizmin çöküşü neden komünistleri lanetlemek için hiçbir fırsatı kaçırmış olmayan sosyal demokrasinin moral çöküşüyle atbaşı gidiyor.
Batıdaki sağcı sosyal demokrat ideologlar yüzyıl başlarında sol partilerin seçimlerde oylarını durmaksızın artırmaları halinde er ya da geç halkın çoğunluğunun desteğini alacaklarını ve barışçıl yoldan görev başına geleceklerini söylerlerdi. Ama 1917 Rus Devrimi öncesinde hiçbir sol hükümetin iktidara gelmediği de apaçık bir hakikatti. Bu belki de sadece bir raslantıydı. Ama Rusya’da meydana gelen olayların Batının hem işçi sınıfları hem burjuvazisi üzerinde de muazam bir etkisi olması kaçınılmazdı.
1917 sonrasında sosyal reformizm ideolojik olarak üç ana öncüle dayanıyordu: Nitelik olarak kapitalizmden farklı bir toplum mümkündür; toplumsal dönüşüm sürecinin devrimci olması gerekli değildir; “karma ekonomi” çerçevesinde Batının demokratik kazanımlarını Doğu’nun toplumsal kazanımlarıyla birleştirmek esastır.
Bu arada Batının işçi hareketi devrimci yolu reddetti ve toplumsal uzlaşmayı tercih etti. Ne var ki uzlaşma her iki tarafın da tavize hazır olmasını gerektirir. Rusya’daki olaylar yalnızca burjuvaziyi değil işçilerin kayda değer bir bölümünü de korkutmuştu. İşçilere Bolşeviklerin acımazsızlığıyla ilgili ne kadar şey anlatılırsa işçilerin çoğunluğu arasında reformcu yönelim o kadar güç kazanıyordu.
Rus Devriminin başarı ve açmazları
Özünde bugün gördüğümüz şey, 1917 Rus Devrimi’nin tarihsel sonuçlarının krizinden başka birşey değil. Savaş sonrası dönemin toplumsal reformları Batı toplumunun devrime verdiği bir tür tepkiydi. Prens Kropotkin sağlığında Lenin’e devrimci şiddetin Fransız Devrimi’nin ilkelerinin Avrupa’da yayılmasını 80 yıl geciktirdiğini anımsatmıştı. Kropotkin’in görüşüne göre aynı şey Rus sosyalizminin de başına gelecekti. Lenin şüphesiz herşeyi başka türlü görüyordu. Ama elbette, devrim sonrasında olanlar yalnızca şiddetle değil aynı zamanda devrimden doğan sistem ve yapılarla da bağlantılıydı. Sovyet modeli Avrupa’da yeniden üretilmeye uygun değildi. Bolşevikler, 18. Yüzyıl Jakobenleri gibi sert, otoriterdiler ve kimi zaman da işin ehli değildiler. Ama aynı zamanda öylesine uzun dönemli değişiklikler yarattılar ki, bunların tam önemi ancak yüzyıllar sonra ortaya çıkabilecek. Bütün hatalarına ve suçlarına karşın Jakobenler de Bolşevikler de milyonlarca insanın esin kaynağı oldular, onlara öz saygınlıklarını ve kendi güçlerine inancı yeniden kazandırdılar. Bu düzlemde Rus Devrimi bütün otoriterliğine karşın muazzam bir özgürleştirici özelliğe sahipti.
Halkın işlerin denetimini elinde bulundurduğu duygusunu, tarihsel olayları seyretmeyip onlara katıldığı bilincini kazanması, hem Kızıllar’ın İç Savaş’taki zaferini hem de SSCB’nin sonraki yıllardaki başarısını belirledi. Bunu “devrimci itilim” diye adlandırabiliriz. Ne denli paradoksal görünürse görünsün, sanayileşme döneminde komünist ideoloji Rusya’da o ünlü “protestan ahlakı”nın yerini tuttu. 1991 sonrasında Rus seçkinlerinin (Çinlilerden farklı olarak) komünizme son vermelerinin aynı anda kapitalizmin gelişmesinin biricik mümkün psikolojik ve etik önkoşullarını da ortadan kaldırmış olmasının nedeni budur. Çindekiler başarılı olurken “Rus reformları”nın başarısızlığa uğramasının nedeni budur. Belki de Moskova’daki mevcut rejimin tek tarihsel hizmetinin bunu ortaya çıkartmak olduğu söylenebilir.
1917 Rus Devrimi’nin Batı toplumu üstündeki etkisi de muazamdı ama bu Ekim ideologlarının olmasını umduklarından çok farklı bir biçimde gerçekleşti. Rus deneyimi hem egemen sınıfları uzlaşmalar yapmaya zorladı hem de köklü toplumsal değişim için Avrupa’ya özgü bir model arayışını engelledi. Çözüm reformculukta bulundu. Reformcu aranışların başarısı, dünya komünist hareketinde cisimleşen devrim olasılığının ve Sovyet tehdidinin ciddiyetiyle doğru orantılıydı. Sosyalizm tam da sahip olduğu antikapitalist öz dolayısyla kapitalizmin işleyişinin düzeltilmesinde büyük bir rol oynadı. Eğer sosyalizm ciddi bir seçenek olmasa, yeni bir toplumun kuruluşu için gerçek bir temel oluşturan kendi ekonomik ve toplumsal mantığına sahip olmasa başarılı reformlar için gerekli düşünce ve yaklaşımların geliştirilmesini sağlayamazdı. Sistemde reform için dıştan gelen bir ideolojk itki gerekliydi. Sosyalist ideoloji kapitalizme karşı bir temel seçenek olmaktan çıkmış, işçi hareketi enerjik militan karakterini yitirmiş olsa, ve burjuvaziye karşı kararlı mücadele yeteneğini yitirse hiç kimseyi ya da hiç birşeyi kendine tabi kılamazdı. Sınıf düşmanlıkları olmasa hiçbir sosyal reform ya da sosyal ortaklık olamazdı. Bu bağlamda ortaklık, ortaklar arasındaki karşılıklı sempatiden değil, ortaklığın reddinin felaketli sonuçlara yol açabileceği anlayışından kaynaklanıyordu.
Buna “ ertelenmiş devrim” diyebiliriz.
Gericilik çağı
“Liberal “sağduyu” açısından bakıldığında 1917’den bu yana geçen bütün dönem geriye doğru bir suçlar ve hatalar zinciri olarak görünebilir. Bu izlenim yanıltıcıdır. 1917’nin itkisinin bu denli uzun sürebilmesinin nedeni bu yolda aynı zamanda ekonomik olanlar da dahil etkileyici zaferlerin de kazanılmış olmasıdır. Bununla birlikte 1990’lardan bakıldığında Rusya’nın peşpeşe şoklar yaşadığını söylemek mümkün: Kızıl terör, kollektifleştirme, Stalinci Termidor, 1930’ların kitlesel baskıları, savaşın dehşeti, savaş sonrası yeniden inşa döneminin sıkıntıları, Batıdan ithal tüketim toplumu, yaşayabilir bir demokrasi ve “uygar” kapitalizm. Bunlardan biri olmaksızın diğerinin olamayacağı, yüzeysel olarak bakan birinin gözünden kaçabilir. Batı’nın “başarılar”ının tarihi bizim trajik tarihimiz olmasa mümkün olamazdı. 1930’lardan itibaren Sovyetler Birliği artık “devrimci bir rejimle” yönetilmiyordu. Troçki, yeni siyasal düzene, yeni seçkinlerin “proleter devrimi”ne değil artık kendi çıkarlarına hizmet ettikleri Sovyet Termidor’u derken haklıydı. 1940’larda Sovyet süper devletinin doğuşuyla birlikte rejim git gide Bonapartist bir karakter kazandı. Çok çok zayıflamış olsa da devrimci itilim hala hissediliyordu, ve hem SSCB’nin savaş sonrası dönemde sosyo-ekonomik başarılarının hem de ülkemizin gelişmekte olan ülkeler için çekiciliğini sürdürmesinin sırrı burada yatıyordu.
Ne var ki bu itilim, sonunda tükendi. 1980’ler sonundan başlayarak verimsiz bir biçimde süper-merkezileşmiş (ama planlanmış değil) bir ekonomisi, iktidar kadar servet sahibi de olma peşinde koşan, ur gibi şişmiş devasa bir bürokrasisi olan kocaman bir ülke olmuştuk. “Sovyet Termidor”u çağı kapanıyordu: Restorasyon devrine gelmiştik. Bu tarihsel görevi Batı desteğiyle Yeltsin rejimi üstlendi. Basının “liberal reformlar” diye kutsadığı gericilik çığırı açıldı. Bu gericilik sadece Rusya’ya özgü bir iç durum değil, dünya çapındaki bir sürecin parçasıydı. Tıpkı Napolyon savaşları sonrasında Avrupa’daki Kutsal İttifak’ın Frasız devrimin köklerini kazımaya girişmesi gibi bugün de Uluslararası Para Fonu (IMF), Maastricht Avrupası ve Amerikan “yeni dünya düzeni” eski seçkinlerin devrimci deneyimin başarısızlığına verdikleri gerici yanıtı temsil ediyor. Bu toplumsal gericiliği onun teknolojik başarıları temelinde mazur göstermek yanlış. Kutsal ittifak dönemi de yoğun teknolojik gelişme dönemi olmuştu ama bu o çağın gerici özünü ortadan kaldırmadı. Devrimimizin asıl tarihsel başarısının Batıda kapitalizmin reforma uğratılması olduğu söylenebilir. Şimdiyse, komünizmin çöküşünün sonucu olarak, bu kazanım tehdit altında. Devrimin yenilgisi reformculuğu sadece zayıflatmakla kalmıyor onu bir anlamda imkansızlaştırıyor da.
Sovyet sisteminin çöküşünün sosyal demokrasi için de bir felaket olması şaşırtıcı sayılmaz. 1989’dan bu yana Batıdaki işçi hareketinin reformcu hattı bütünüyle tükendiği gibi yeni bir strateji ya da ideoloji de ortaya çıkmadı. Bunun sonuçları tahmin edilebilir. Batı keskin toplumsal çatışmalara ve bulanık politik seçenekler dönemine girerken reformculuk ve devrimciliğin yerini eşgüdümden yoksun saldırgan talepler ve örgütsüz protestolarda ifadesini bulan kendiliğinden radikalizm alıyor. Tarihin son bulmayışının bir basit nedeni var: Kapitalizm komünizmle savaşından galip çıksa da kendi iç güçlerine, kendini yok etme eğilimine tabi olmaya devam ediyor. Sanki Ekim-öncesi günlere dönmüş gibiyiz.
Görevimiz: Yeni toplumsal varoluş biçimlerini aramak
Sonunda bir “yaşarkalma sorunu”na varan tarihsel görevimiz o olmaksızın ne politikanın ne ekonominin mümkün olduğu yeni toplumsal varoluş biçimlerini arayış halini alıyor. Rusya’da bu toplumsal varoluş, tam olarak gerçekleşmiş bir burjuvazi olmadığı için bir burjuva varoluş olamaz. Ama geriye dönük olarak, özelleştirme temelinde bir burjuvazi yaratmak da, tıpkı bir insanın kendi hayatını yeniden yaşaması kadar olanaksız. Şekillenen modelin işe yaramazlığından ötürü başka pek çok ülke gibi Rusya için de, ekonominin gelişme ufku kapitalist olamaz. Dolayısıyla köklü, yaratıcı bir seçenek oluşturma görevi gündemdeki yerini korumaya devam ediyor.
Solun ideolojisi, kollektivizmi dolayısıyla toplumun örgütlenişinde önemli bir etmen olabilir. Rusya’da solun görevi yalnızca varolan çıkarların oldukları gibi ifadesi değil, aynı zamanda onların oluşmasına yardımcı olamak ve kendini bir politik güç halinde yaratmaktır. Bunun yeni baştan yapılması gerekiyor.
Toplumsal varoluşun yenilenmesi demokrasinin zaferiyle özdeş değil, ama demokratik gelişme için biricik şansı da bu yenilenme sunar. Kolektivizm her zaman özgürlüğü garanti etmez, ama özgürlüğümüz de o olmaksızın artık savunulamaz. Başarısız kapitalizmin ülkesinde doğal bir biçimde olgunlaşmaya başlayan Sol radikalizm, ilerlemenin ideolojisi olamayabilir ama o olmaksızın da ilerleme olanaksızdır.
Lenin’in kitabı “Ne Yapmalı?” ancak Rusyalı bir sosyalist tarafından yazılabilirdi. Kitlesel bir işçi sınıfı daha doğmadan önce bir işçi partisi yaratmak ve proletaryanın saflarına sınıf bilinci “taşımak” düşüncesini bir Avrupalı sosyal demokratın aklı alamazdı. Ama bu aşikar saçmalık gerçek Rus tarihinin çelişkili doğası ve eşitsiz gelişmesinden doğmuştu. Ve bu yalnızca Rus tarihi için mi geçerliydi?
İnsanlar ya ortak eylemlilikler geliştirmek için kendilerini örgütleyecek ya da kaderlerine razı olacaklar. Ama kitlelerin edilgenliği ve teslimiyeti de istikrar getiremez, çünkü istikrarsızlığın kaynağı aşağıda değil yukarıda. Kutsal İttifak çağında Avrupa’da Fransız Devrimi’nin tarihsel projesinin topyekün yenilgiyle sonuçlandığı ileri sürülebiliyordu. Ama Avrupa’daki gericilik dönemini, tam da restorasyon döneminin politikalarınca koşullanan yeni devrimci sarsıntı dalgaları izledi. Bugün de gördüğümüz aynı şey. Bütün ülkelerde “sosyal devlet”in ögelerini ortadan kaldıran “yeni dünya düzeni” aslında yeni devrimci sarsıntıların koşullarını hazırlıyor.
Modern çağın şafağında, restorasyonu “Muzaffer Devrim”in izleyeceği söylenmişti. Gericilik doğal bir görüngüdür, ama o da tıpkı devrimler gibi tükenir. Bu tükeniş sonuna vardığında da yeni bir değişim çağı başlayacak. (BK/EK)