İki hafta boyunca Fransa kundaklamalar ve sokak şiddetiyle sarsıldı. Ve iki haftadır Rus yorumcular "Müslüman faktörü" ve "etnik çatışma" kavramlarını öne çıkardılar.
Elbette, klişeler döktürmek, gerçekte ne olduğunu tanımlamaya çalışmaktan daha kolay. Ama çenemizi bir süreliğine kapatır da televizyon haberlerini daha dikkatli izlersek, Fransa'da yakıp yıkma işine karışan gençlerin çoğunun Arap değil, Afrikalı siyah göçmenlerin çocukları olduklarını görürüz.
Ve eğer bu yorumcu hanım ve beylerin bir iki tanesi genel geçer turist tutumundan sıyrılma ve Paris'e yaptıkları seyahatlerde halkla konuşma zahmetine katlanırsa, işçi-sınıfı varoşlarında oturan Arap delikanlılarının Fransızca'dan başka bir dil konuşmadığı gibi, İslam hakkında herhangi bir fikre sahip olmadıklarını da keşfedebilirler.
Bu genç siyah Fransızlar için iki kat doğrudur.
Elbette bu, Fransa'da, Ramazanda ağzına içki sürmeyen, kızlarını başı açık olarak sokağa bırakmayan çok sayıda mutaassıp Müslüman bulunmadığı anlamına gelmiyor. Ama bu insanlar şimdiki çalkantılar içinde kesinlikle yer almıyorlar.
Muhafazakar Fransız Müslümanları toplumun geri kalanıyla aralarına koydukları mesafeyi koruyorlar. Çocuklarının "bozuk" yerel ahlaka uyum sağlamasına izin vermiyorlar ve onların Hıristiyanlarla ilişki kurmalarına engel olmaya çalışıyorlar.
Bu mutaassıp Müslümanların şu anda yetkililerle herhangi bir sorunları yok. Başka herhangi bir tutucu cemaat gibi, onlar da dış dünyayla temas kurmaktan kaçınmaya çalışıyorlar. Bir süre önce Kamu otoriteleri, Müslüman kızların başları örtülü olarak okullara girmelerini önlemeye çalışarak çatışmayı tahrik etti, ama bu başka bir sorun. Tutucu dindarların şikayetleri ile sokaklardaki genç isyancılar arasında büyük bir fark var.
Rus analistleri komplo teorisini sever. Bütün büyük krizlerde kışkırtılan, "görevli" veya "kamuflajlı" kişilerin bulunduğu genellikle vurgulanır. Buna rağmen, garip bir biçimde, Fransa'daki olayları değerlendirirken bu yolu tutmadılar. Oysa The International Herald Tribune 3 Kasım'da "Fransa'da bugünlerde olan bütün diğer olaylarda olduğu gibi, ayaklanmalar da Başbakan Dominique Villepin ile içişleri bakanı Nicolas Sarkozy arasındaki politik veraset savaşıyla iç içe geçti; şimdi, krizle baş etmek için hangisinin dış gezisini iptal edeceği konuşuluyor" diye yazmıştı.
Ayaklanmaların, Sarkozy'nin sorumluluk alanında ek yetkileri gündeme getirerek, başbakan için felakete yol açtıkları kanıtlandı. Ayaklanmanın ilk günlerinde polisin tuhaf etkisizliği çok izahat gerektiriyor.
Gerçekte, krizin nedenleri din, kültür, kapalı kapılar ardındaki politik manevralar alanında aranmamalı. Bundan yaklaşık 150 yıl önce Avrupa bugün gördüklerimize çok benzer ayaklanmalarla sarsıldı. Çalkantılar Fransa'da hemen hemen aynı banliyölerde, aynı sokaklarda yaşandı. Hiç araba yakılmadı, henüz ortada olmadıklarından elbette. Ve polis herhangi bir insani yönetim anlayışı tarafından kısıtlanmıyordu; ele avuca sığmayan kalabalıkların üzerine hedef gözetmeksizin ateş açtı.
Ünlü toplumbilimciler, uzun bir süredir, Batılı ülkelerde "proletaryanın ortadan kalkışını" tartışıyorlardı. Görüp de farkına varmadıkları şey, proletaryanın bu ülkelere kendi özgün formu içinde geri döndüğü ve bugünkü orta sınıfın sosyal merdivende yükselmeye başladığı aynı karanlık varoşlara yerleştiğiydi.
Tıpkı 19. yy'ın ortalarının proletaryası gibi bugünün yoksul işçileri de pek az hakka sahip; yaşadığı ülkenin yerlisi değil ve zincirlerinden başka kaybedecek şeyi yok. İş bulabildiği zaman ancak düşük ücretli işlerde çalışmaya mahkum olan halkın bu büyük grubu, doğal olarak devlete özel bir bağlılık hissetmiyor ve hukuka saygı duymuyor.
Benjamin Disraeli, zenginle yoksulu iki ayrı ulus olarak betimlemişti. Bugün bu, burjuvazi ile proletaryanın genellikle farklı etnik gruplardan olması nedeniyle, kelime anlamıyla da doğru.
Sonuç olarak liberal toplum bütün sorunları dinsel ve kültürel farklılıklar ve asimilasyon güçlüklerine bağlıyarak toplumsal çelişkilere gözlerini kapayabilir. Hiç kimse, bugün Fransa'nın sokaklarındaki delikanlıların tam olarak asimile edilmiş olduğunu görmek istemiyor.
Onlar, kültürel ve dinsel köklerinden koparıldılar ve Avrupa toplumunun bir parçası haline getirildiler; ama eşit hak kazanamadılar ve isyan etme sebepleri de bu.
Sosyal politikada sağa veya sola doğru bir kırılma, bu noktada hiçbir şeyi değiştirmeyecek. İşçi sınıfının sorunlarını çözmenin tek yolunun toplumu değiştirmek olduğuna bir yüzyıldan daha uzun bir süre önce Londra'da yaşayan bir göçmen dikkat çekmişti: Karl Marks. (AD)
* Boris Kagarlitsky'nin Zmag'de yayınlanan yazısı sendika.org tarafından Türkçeleştirildi. Yazının İngilizce orijinaline ulaşmak için tıklayın.