Sevdalı olmalı, hovarda olmalıyım
Sebatsız kuşlara benzer.
Bir Kayseri’de, İstanbul’da
Bir yıldızlarda olmalıyım.
Turgut Uyar, Rüzgâr
Kentin, sadece içeriyi değil dışarıyı da kapsadığı alanlar, sınır noktaları vardır. Taşra, fazlayı içine alan, taşanlardan örülü olan bir mekân olarak da bereketlidir. Hikâyenin, çekici ama anlatılmayan, hevesli ama yasak bağlamı, tam da bu mekâna tekabül eder. Orada, uzakta kurulan ama hep merak edilen, hep yakınsanan bir âlemdir, Hovarda Âlemi. İletişim Yayınları’ndan Tanıl Bora editörlüğünde çıkan Osman Özarslan’ın kitabı, Hovarda Âlemi, tam da bu merakı kamçılayan, öteleyen, son derece kapalı olan bu âlemi çatlaklarından sızarak anlamaya çalışan, sadece konusuyla değil, diliyle de edebiyat eseriymişçesine lezzet veren, disiplinler arası geçişleri hem lezzetli hem de ufuk açıcı şekilde örebilen bir kitap. Salt bilgi veren, salt gördüğünü aktaran bir dille değil; konusunu, edebiyatın lezzeti ve sinemanın büyüsüyle adeta bütünlüklü bir anlatıya dönüştüren, işlediği her bir karakteri, bir roman kahramanıymışçasına yaşayan kılan, erkeklik raconlarının da kadınlık hâllerinin de içine itinayla sızan, farklı farklı kümeleri birbiriyle temas ettirerek ilerleyen bir taşrada gece hayatı panoraması.
Özarslan, taşrayı salt uzaklık duygusuyla kurulmuş bir öteki olarak değil, bir hissiyat olarak da kurarak giriyor anlatısına. “Dolayısıyla bir hissiyat olarak taşra, yalnızca taşranın merkeze ulaşmayan kırsalını değil, kentlerin metruk ve klostrofobik alanlarını da kapsamaktaydı” diyor kitabında. Kitap, tam da bu noktada verili bağlamlardan taşarak ve onları aşarak, bir duygu olarak taşra ve bir coğrafya parçası olarak sıkıntıyı bir araya getiriyor. Bu andan itibaren taşra, uzak bir coğrafya, sıkıntı da o coğrafyaya özgülenmiş bir duygu olarak yeniden üretilmiyor. Anlam, bambaşka bir bağlamda yeniden kuruluyor. Bütün bunların, erkeklikle ve erkekliklerle yakından ilişkisini inceliyor Özarslan. Burada kurulmuş erkekliklerin, kadınlıkla teması üzerinden bir toplumsal ilişkinin ekonomi-politiğine uzanıyor. Paralı, belalı ve yakışıklı isimlendirmeleriyle kurduğu erkekliklerin performansını, adeta bir erkeklik müzayedesine benzeterek, su geçirmez ve yağmur işlemez erkeklik mitinin, yeri geldiğinde kendi kurucu kodlarının dışına çıkan davranışlarını nasıl rasyonalize ettiğini anlatıyor.
Taşrada gece hayatını anlatırken, aslında yepyeni bir taşra anlamı sızıyor bu anlatıdan: “Neresinden bakılsa, sonuna gelinemediği için değil, önüne sürekli bir şey çıktığı için yarım kalmış sokaklar, kandırılmamış ama ikna edilmiş hayatlar, tamamlanmaya değer bulunmamış hikâyeler…” Tam da bu yarım kalmış sokaklardan içeri giriyor kitap, kandırılmamış ama ikna edilmiş hayatların ama’ını eşeliyor, tamamlanmaya değer bulunmamış hikâyelerin nasıl da değerli olduklarını hatırlatıyor. Toplumsal tarihi, kadınları ve erkekleri, büyük anlatıların içinden değil, tam da sahibinin dilinden konuşturarak yapıyor bunu. Taşrayı ve taşranın eğlence hayatındaki kadınlar ve erkekleri sadece kendi bağlamına hapseden, onları sadece oradan ibaret kılan bir anlayıştan ziyade, kurdukları ilişkiler, içerdikleri kadar dışladıkları, kapsadıkları kadar sildikleriyle, onları hiçbir şeyden “ibaret” kılmadan, ne ise’ler ve ne anlatıyorsalar oradan kuran bir yerde duruyor kitap.
Erkeklik Müzayedesi
Erkekliğin kurduğu hiyerarşi ve hegemonyayı, erkeklerin birbiriyle de kurduğu bir yarışa benzetiyor Özarslan. Bu erkeklik performanslarının, sadece taşraya özgü değil, erkekliğin performatif bir kurgu olarak hepimizin gündelik hayatına nasıl zuhur ettiğiyle de alakalı olduğunu gösteriyor. Konsomatris kadınların karşılaştığı bu erkeklik performanslarının, aslında her tür toplumsal ilişkiye sızmış bir erkeklik müzayedesi olduğunu sızdırıyor:
“Erkeklerin durumu değişiktir. Onlar, dindarlığını Cuma’da, esnaflıklarını dükkânda, memuriyetliklerini dairede, işçiliklerini tezgâhta, babalık, evlatlık ve kocalık vazifelerini evde, eşlerini komşuda, tavşankanı çayları sobanın üstünde, samanlıkta serinlemiş karpuzları sofrada, ezcümle aile saadetini evde bırakıp geceye karışabilirler” diyerek anlatıyor, erkekliğin bulunduğu ortamdan kolayca sıyrılıp, yeni girdiği ortamın şeklini alabilme hâlini.
Erkeklerin, erkekliklerini kadınlar yoluyla ispatlamasındaki kuşatıcı söylemi, erkeklik müzayedesine benzetirken, “Erkeklik aynı zamanda, diğer erkeklerin de üzerinde üstünlük kurulması, bunun korunması ve sürdürülmesi için de mücadele etmek demektir.” diyor.
Bütün bu erkeklik anlatısı içinde, konsomatris kadının öznelliğini, onun erkek-egemen ilişkileri çatlatarak yeniden kuruşunu, erkek hegemonyasını parçaladığı yerin kadın için neye tahvil edildiğini de görüyoruz. Bütün bu ilişkiselliklerin, yoksullukla, neoliberalizmle, konsomatris kadının ev hanesiyle kurduğu ilişkisiyle beraber ele alıyor. “Bu bakımdan erkeğe gündüzden bakarsak gecesi, geceden bakarsak gündüzü yalan.” diyerek büyük erkeklik mitinin içindeki gediği gösteriyor okura.
Taşranın gece hikâyesi içinden çıkarken, siyasal ya da etnik aidiyetlerden ziyade, erkeklik mitinin her tür toplumsal ilişkiyi kesen bir eğri olduğunu anlıyoruz biraz da. Ekonomi-politik içindeki, yoksulluk ve iflas hikâyelerindeki kesen eğrinin, taşrada ve sıkıntıda olmadaki duygulanımın, erkekliğin bu yatay-dikey kesen eğrisiyle muhakkak bir ilişkisi olduğunu da. “Çünkü taşranın hikâyeleri içinde gerçekten tek doğru hikâyeye sahip olanlar konsomatris kadınlar.” diyor Özarslan. Bütün bu renkli ve boyalı hayatın içinde, gündüzünün de gecesinin de olduğu gibi olduğu, entrikasının da öznelliğinin de kendisini mekân kıldığı bir bağlamı oluşturuyor kadınlar. Çünkü hem ailenin hem âlemin yalnızlık ve ikiyüzlülük olarak kurulduğu o yerde kadınlar, aslında neşesi ve oyunlarıyla, yoksulluğu ve öznelliğiyle, bedeniyle kurduğu ilişkideki temas ve temassızlığıyla, sınır ve ihtimalleriyle, kendi hikâyelerini kendileri kurmaya çalışıyor. (IK/ÇT)