Baba: artık sonunu getiremediğim kelimem. İlk hecesinde tıkandığım. 15 gündür söyleyemediğim. Ardında hikâyeler, şarkılar, inatla ve dolu dolu yaşanmış bir hayat, kimselere açmadan sadece birbirimizle paylaştığımız onca şey. En çok r’leri söylemediğin hâlde içini r basmış şiirleri özenle okuyuşun. Bütün bu kalabalığın, hengâmenin ve kabalığın içinde inatla açan inceliğin, çiçekli zarafetin… Duruşunun tek ifadesi olarak naifliğin... Sevginin kapatılması değil, açılması gereken bir nen olduğunu bağıra bağıra ve gösterişle değil, usul usul hissettirişin. Son telefon konuşmamız mesela, “Sadece seni çok sevdiğimi söylemek için aramıştım.” deyişin. Sonra senin gidişin, benim o saniye bitişim.
İç kanarmış, tıbbın ötesinde iç kanaması diye bir şey sahiden varmış. 15. Gün. Acıyarak ve kanayarak taş kesilmek diye bir şey varmış.
Yalnız seni düşünüyorum şimdi, ben hep yalnız seni düşünürdüm ya, şimdiki farklı işte. Bana nasıl para kazanılacağıyla, nasıl iş bulunup hayatta nasıl tutunulacağıyla, “kendi paçanı kurtarma yollarıyla” ilgili, aman olaylara karışma kızım’lı cümleler kurmadın hiç, sanırım en çok bu var aklımda. Öğrettiğin, okullarda öğrenebileceğimiz türden şeyler de değildi. İçimizdeki gizli bencilin hep kamçıladığı “daha mutlu, daha başarılı, daha önde ol” gibi şeyleri de hiç duymadım senden… Notlarımı öylesine sorardın mesela, derslere fazla devam edişime kızardın, eylemler için hazırladığım pankartları severdin daha çok, bana kendi eylemlerini, Ankara Hukuk günlerini anlatırdın… Kim bilir anlatmadığın ne çok şey kaldı? Anlattıklarını saklıyorum şimdi. İki yalnız olarak yaşadığımız hayatta, beni tek yalnıza indirdiğine göre, birinin her şeyi aklında tutması gerekecek değil mi?
Bana öğrettiğin daha çok hislerle ilgili şeylerdi sanırım. Dünyanın nasıl açılacağı, nasıl hissedileceği, algılanacağı… Gidişin de aynı gelişin ve birlikte yaşadığımız onca şey gibi, bir his olarak duruyor bende. Bu seferki çok acı, kekremsi, yüklü. Çok sevdiğin o şiirdeki gibi, “kalbimin üstünde dolu bir tabanca”, sen kondurdun. 15. Gün.
Hisleri öğretmek dediğime bakma, kimseye bir şey “öğretme” derdin de yoktu senin. Daha çok varolmakla ilgiliydi her şey. Sen, onca incelikle, aklındaki onca şiirle, kuytu köşelerde, kaçamakça ve güleç yüzünle anlattığın anılarında, hiçbir şeyi kanıtlamaya girişmeden, dünyanın bütün “bizleri” içine alabilecek kadar büyük bir yer olduğu inancını yaşıyordun kendi hâlinde, o kadar. Kapısı olmayan biri gibi, sınırları, açmazları, tabuları olmayan biri gibi… Her şeyin açıktı senin, dünyan ferahfeza.
Dünyanın üzerinde yer kaplama derdinde olanlara inat, sen dünyanın yüzeyinde hafifçe duran, kendini çok önemsemeyen ve en güzeli dünyaya hâlâ şaşırabilen biriydin. Bu dünyada saf olmak da iyi bir şeymiş, onu öğrendim en çok. Benim 23 yaşımda ve hiçbir şeye şaşırmayan bu bunaklığıma inat, senin 59 yaşında dünyayı inatla içen gençliğin, delikanlılığın vardı işte, onu diyorum.
Bürokrasinin tam içinde olduğun hâlde, onu nasıl çatlattığını anlatırdın en çok… 12 Eylül yıllarını, kaçışlarını, kabullenişlerini, kalışlarını, yaptığın için kıvanç, yapamadığın için pişmanlık duyduğun şeyleri hiç gocunmadan, mertçe dillendirirdin. Saklısız olmanın erdemini dimdik taşırdın. Lice Kaymakamlığın sırasında, devletin bütün çirkinliğiyle Kürdistan’a ve Kürtçe’ye çöreklendiği yıllarda, senin ev sahipliğindeki gece buluşmalarının sonunun nasıl hep dengbej hikâyelerine, Kürtçe türkülere bağlandığını, lojmanının duvarına bir gece yazılmış “Komünist Kaymakam Defol” yazısını hem gururla, hem de dünyanın her hâlinin mümkünü gösteren bir bilgelikle nasıl da anlatmıştın. Devlet içre, ev içre… Dünyanın içiçe girişlerini gösterirdin, öyle açıkça her şeyi anlatmazdın ama. Parçaları koyardın önüme, gerisini kurmak bana kalırdı.
Bir gece, henüz ilkokuldayken, ertesi gün okula gidecek beni zorla yataktan kaldırıp, “Boşver sabahı da okulu da!” deyip, memleketini, Fatsa’nın devrimci hikâyelerini anlatmıştın sonra. Terzi Fikri’yi, Ankara Hukuk’taki “parkalı” o eski tüfek anılarını gözlerin ışıldayarak, kim bilir kaç kez dinledim senden. Şımarık ve çapkın hikâyelerini de hiç saklamazdın hani… Sansürün yoktu senin, iyi ki yoktu. “Sevmesini ve içmesini bilen insandan korkma.” derdin gülerek, ama en çok sevmesini bilenlerden bahsederdin, araya kendini katıverirdin sonra. Hınzırca göz kırpmaların vardı senin, kimseler görmezdi, ben bilirdim. Otoriteye de iktidara da inanmadığından olsa gerek, “babalık” denen şeyi bir güç ya da koruma imgesi olarak değil, eşitlikçi ve sevgiyle, aşkla örülü bir ilişki biçimi olarak nasıl da kurdun baba, tam 23 yıl.
Sevgiyi, dünyanın bütün hislerinin ortak noktası, çekirdeği gibi içerdin. Ben henüz 10 yaşındaydım, Can Yücel’in babasına yazdığı şiiri gıptayla odama getirmiştin. “Bak babasına yazdığı şiire.” demiştin alaycı bir sitemle, mecaz değil gerçek anlamıyla “kızım sana söylüyorum, kızım anla işte” diyordun. Ne diyordu şiirde:
“Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpı bacaklarıyla –ha düştü, ha düşecek-
Nasıl koşarsa ardından bir devin,
O çapkın babamı ben öyle sevdim.”
Laf aramızda bence sen şiirdeki babalık kadar, çapkınlığı da kendine çok yakıştırarak sevdin.
Son gün, hastane odasında elimdeki kitap çekmişti ilgini… Adı, Edebiyat, Hukuk ve Sair Tuhaflıklar…Gözlerin okuyacak hâlde değildi, ikimizin bir yıldır tıknefes sürdürdüğü hayatta kalma mücadelemizin yorgunluğu iyice belirgindi, ben o yorgunluğun rehavetine ve gözyaşına çoktan teslim olmuştum da sen hâlâ dirençli, hâlâ inatçı, hayata ve dünyaya hâlâ meraklı…Bir hamlede kitabı elimden almıştın. Hemen gözlerin parlamıştı yeni kitapla. Ne hissettiğini bilmiyorum ama bana kalırsa kendi hayatını görmüştün orada. Senin hayatın da biraz edebiyat, biraz hukuk ama çokça sair tuhaflıktı işte. Gözlerinin parıltısı bundandı.
Devletin en orta yerinde, onun ne menem bir şey olduğunu anlatırdın bana, hukukun tam orta yerinde hukuka bel bağlamaktan ziyade, mücadeleye ve meraka güvenmemi öğütlerdin, tuhaflıkların normal, normallerin tuhaflık olduğunu anlatırdın en çok. Son gün, hastane odasında, hastalığını hiçbir zaman kabullenememiş, dilinin ucuna bile getirememiş ben, neden o kitabı almıştım yanıma? Senin ışıklı gözlerin odadaki onca şeyi değil, neden o kitabı seçmişti mesela? Kitap neden edebiyat, hukuk ve sair tuhaflıklardı… Türk filmi denen şey sanırım ne Türk, ne de film. Ya da biz bunu böyle yaşadık. Bilemiyorum, birçok şeyi çoktandır bilemediğim gibi.
Belki mesleğinin soğukluğundan, belki de bazen bir dünyaya tahammül biçimi olarak çok konuşmazdın. Suskunluğun, herkesin malumuydu da bir tek ben anlam veremezdim seni sessiz bulanlara… Biz ne çok konuşurduk birlikte, ne çok saçmalardık çünkü. Sessizliğin ne demek olduğunu şimdi anlıyorum. Çünkü benim sana hiç konduramadığım o suskunluğunu miras bıraktın sanırım bana, sessizliğini bedenimden geçirip gittin.
15 gün oldu. Konuşmuyorum, kalbimde taşıdığım dolu bir tabanca. Patladı patlayacak. O “günden” beri ben, geriye doğru yaşıyorum hayatı baba. 23 yaşında, ilerde yaşanacak günlerimden ziyade, eksilen bir ömrün çetelesini tutuyorum. O gün bugündür, eksik ve kesik kesik nefes alıyorum. Boğuluyorum, yutkunuyorum… Ezberden nefes almak denen bir şey varsa, bilinçsizce o nefesi alıp veriyorum. Islık çalarak başlattığın “Odam kireçtir benim” kulağımın bir ucunda, evin odalarında, hırkanın kokusunda. Türkünün sonunu getiremiyorum. İlk kez senden en çok öğrendiğim şeyi yapamıyorum, hissedemiyorum. O gündür, dışarı çıkamıyorum. Hiç olmadığım kadar ürkek, üşüyorum. Her geçen gün biraz daha ağırlaşıyorum, her gün biraz daha sana benziyor, sana biraz daha yakınlaşıyor ve yaklaşıyorum. Seni çok özlüyorum.
Muhtemelen bunu sen de çok iyi biliyorsun baba ama, hayatta ben en çok seni sevdim. Bir gün konuşuruz, uzun uzun ve usul usul… (IK/HK)