“Hukuk kitaplarını okumak, talaş yemek gibi.” diye yazmıştı Kafka, bir dostuna. Sadece kitaplarını okumak değil, hukukun iktidarla, makbulle, devletle ve hiyerarşiyle ilişkisini, dilindeki üstten ve buyurgan “ben bilirimci” tonu düşününce, kendisi de en az kitapları kadar talaş ve taştan ibaret. Galtung, bu yüzden ısrarla söylüyordu: “Haklar yalnızca hukuk geleneğinin eline bırakılamaz [1]” diye. Bu yüzden, hukuk bel bağlamamız gereken bir son kurtarıcı değil; bu yüzden adalet, hukuktan çok daha başka bir yerde. Daha geniş, daha sezgisel, esnek ve güvenilir.
Ama bütün bu hukukun iç eleştirisinin ortasında, tabi olduğumuz şeyin “o” olduğunu biliyoruz; onu değiştirip dönüştürmenin, salt bir teori kılmadan toplumsala ve siyasala dâhil etmenin de mücadelenin bir parçası olduğunun farkındayız. Çünkü Aksu Bora’nın yazdığı gibi, “Bugün içinde nefes almaya çalıştığımız hukuksuzlukla o hukuk arasındaki bağ yokmuş gibi yapamayız.” [2] Hukukla bu yüzden bir meselemiz, bir derdimiz var.
Ölüm cezası (idam), hadım etme, darbe teşebbüsünün sorumluları için açılan Hainler Mezarlığı… Son iki haftanın tartışmaları arasında, hukukun, insan haklarının ve adaletin kesiştiği o çemberin içinde bu uygulamalar var. Her şey birbirine giriyor, hukuk linç kültürünün yarattığı kısasa kısas ile karışıyor; adalet intikama, insan hakları öç duygusuna kurban veriliyor.
Normal şartlarda eza ve işkence olarak okunması gereken fiiller, iştahla ve merakla “ceza” olduklarını varsaymamız gereken “kanuni” uygulamalar olarak dolaşıma sokuluyor. Bir toplum merakla, idam sehpaları kurulmasının hevesini ve heyecanını yaşıyor; tecavüzcüyü tıbbi bir hastaya, tecavüzü de tıbbi bir vakaya indirgeyecek hadım cezasını alkışlıyor ve “hainler mezarlığı”ndan utanmıyor. Çünkü bir toplum, adalet duygusunun yerini, intikama itinayla devrediyor. Bütün toplumsal hayat, öç, hınç ve linç merakının kötü bir sağlaması hâline getiriliyor. Her şey ince ince işleniyor, normalleşiyor.
Ölüm cezası ceza değil, cinayettir
Beccaria, ölüm cezasına, "Bize korkunç bir suç olarak sunulan tasarlayarak insan öldürmenin, hiçbir tiksinti, vicdan azabı ve öfke duyulmaksızın soğukkanlılıkla ve pişmanlık duyulmadan işlendiğini görürüz.”[3] diyerek karşı çıkar. Hukuken, imzalanan protokoller ve Anayasa gereği ölüm cezasının “getirilemeyecek” olması ya da “geçmişe uygulanamayacak” olması bir başka tarafa; dert edinilmesi gereken, idama ilişkin bu yeni toplumsal heves ve heyecan. Çünkü korkutucu olan, olmayacak olanı oldurma, gayrimeşruyu meşrulaştırma iddiasındaki bu yeni “milli mutabakatın”, ölüm cezasına verdiği cevaz.
Adaleti, öç duygusuyla ikame etmemiş toplumlarda, ölüm cezası, hukuken mümkün olmadığı için değil, ahlaken ve insan hakları açısından kabul edilemez olduğu için getirilememelidir. Sevinilmesi gereken böyle bir milli mutabakatın sonuçsuz kalması değil, böyle bir mutabakatın hiç olmamasıdır. Beccaria, bu yüzden hepimizin kendimize sorması gereken soruyu ısrarla yineliyordu: “Kendi benzerlerini öldürmeleri, boğazlamaları nasıl bir hak olabiliyor ki, insanlar bunu ellerinde tutabiliyorlar?”
Vurgulanması gereken şey, hukukun linç kültürünün kısası değil, suçlara karşı bir adalet mekanizması olduğudur. Ölüm cezası adalete değil, devletin maaşlı katilleri “cellat” kadrosuyla istihdamına yarar. Faruk Erem’in anlattığındandır: "Her şey hazırdı, adamı sehpa üzerine çıkarttılar. Son isteği olarak sigara verildi, yarısına kadar içti, attı. Bana döndü. "Tut elimi" dedi. Adamın elini tuttum. Adam asıldı. Ama adamın nasıl soğuduğunu ben duydum. Bir adamın nasıl soğuduğunu eğer duymamışsanız, ölüm cezasını müdafaa edebilirsiniz. İdam ceza değil, cinayettir! Çünkü cezanın tanımında suçlunun devlet tarafından ıslahı, topluma kazandırılması vardır. İdam, ıslahın devlet eliyle imkânsız hale getirilmesidir."
Hadım ceza değil, işkencedir
Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak’ta, politik vurguların yerini sağlık terminolojisinin ve tıbbi söylemlerin almasını da anlatır. Suçla hastalık arasındaki çizgiden bahsederken, “neyin suç neyin hastalık olduğunun tespiti ya da teşhisi, neyin cezalandırılması neyin tedavi edilmesi gerektiğine ilişkin ayrımlardan” bahseder.
Hadım cezası, erkek egemenlikle, eril güç ve iktidar ilişkileriyle, toplumsal cinsiyetle bağı olan ve politik olduğunu vurguladığımız kadına yönelik erkek şiddetini tamamıyla tıbbi ve erkeğin cinselliğiyle ilgili bir vakaya indirger. Gürbilek’in soru işareti koyduğu nokta da “toplumsal, sınıfsal ya da kültürel olgulara ilişkin kavramların neden yerlerini tıbbi kavramlara bıraktığını, açıklamanın yerini teşhisin, çözümleme çabalarının yerini tedavi önerilerinin” almasıdır.
Tecavüz, erkeğin cinselliğiyle değil, erkekliğiyle ilgili olan bir suçtur. Tedavi ya da ıslah edilmesi gereken bir hastalık ya da sapıklık değil, cezalandırılması gereken bir şiddet biçimidir. Bu haliyle hadım tecavüzün karşılığı olamaz ve suçu, tıbbi-cinsel bir vakaya dönüştürür. Erkeklikten, toplumsal ilişkilerden, cezasızlığın verdiği güvenden ve haksız tahrik uygulamalarından azade olmayan bu suçlar, hadım uygulamalarıyla bireysel adli vakalara indirgenirler. Hadım cezası tartışmalarıyla vicdanını soğutan toplumun ikiyüzlü ahlakının, tecavüz suçlarına hazırladığı zemin görmezden gelinir.
Tecavüz suçuna yönelik mücadele, sosyal hijyen kaygısıyla hadım edilen tecavüzcüler ile değil, toplumsal yüzleşme ve adalet duygusuyla cezalandırılan suçlularla olur. Jean Amery, suçlar ve kefaretleri anlatırken, “Toplum kendi bekasını, düzenini sürdürmenin peşindedir; bireylerin acılarıyla, olup biten dehşeti anlamlandırmakla ilgilenmez.” derken,[4] toplumun tecavüz suçlarına karşı “vicdan rahatlatma” pratiklerindeki ikiyüzlülüğü de deşiyordu.
Hainler Mezarlığı
Hainler Mezarlığı fotoğrafı, her şeyin birbirine karışarak bulandığı o yerin fotoğrafı biraz da. Lügatinde adaletin, hakkın, hukukun ve toplumsal barışın değil; kinin, öfkenin, intikamın hüküm sürdüğü o toplumun yeni fotoğrafı olarak duruyor. Milli mutabakatı, demokrasiyle değil, hınçla örmeye çalışanların yeni simgesi. Evren Balta, Ölü Bedenlerin Siyasal Yaşamları’nı yazarken, “Eğer devlete karşı bir tehdit varsa ve devletin tek arzuladığı o tehdidi bertaraf etmekse yürümeyen, konuşamayan birinden devlet ne isteyebilir? Onun cesedine niçin işkence yapar? Niçin ona bir mezarı çok görür?[5]”diyor. Bu soru bugün çok daha güncel, çünkü artık bu ülkenin tarihinde, utanç duyulması gereken bir Hainler Mezarlığı yatıyor.[6]
Hukukun, sadece bir araç değil, bir kılıf olarak da bereketli olduğu bir yer var. Zalimane öfkeleri, hınca varan tepkileri, linç ve işkence görünümlü cezaları altında saklayan bir kılıf bereketi. Ölüm cezası, hadım ya da hainler mezarlığı örnekleri, o bereketten faydalanarak milli mutabakatın konusu oluyor biraz da. Şeyla Benhabib’in, “Zor Zamanlarda İnsan Hakları” derken, “Buhran Çağında Haysiyet”’i kastetmesi bu yüzden anlamlı. Çünkü insan hakları, gerçekten de en zor zamanlarda insan hakları. Zor, tekinsiz, girift zamanlarda savunduğunuzda da, buhran çağındaki haysiyetiniz olacak kadar anlamlı. Bu haysiyeti korumak, insan onuru denen şeyi her hâl ve fırsatta savunmak için, öç almanın değil, adaletin peşine düşmek gerekiyor. Çünkü haksızlıklar, intikam alındığında değil, hak yerini bulduğunda gideriliyor. (IK/NV)
[1] Galtung, İnsan Hakları, Başka Bir Açıdan Bakış, s. 73.
[2] Aksu Bora, “Cezbenin Birleştirdiğini Hukuk Ayırmasın”, Birikim Dergisi http://www.birikimdergisi.com/haftalik/7465/cezbenin-birlestirdigini-hukuk-ayirmasin#.Vx9pYfmLTIU
[3] Cesare Beccaria, Suçlar ve Cezalar Hakkında, İtalyanca aslından çeviren: Sami Selçuk
[4] Jean Amery, Suç ve Kefaretin Ötesinde
[6] Kadir Topbaş, bu yazının yazıldığı sıralarda Hainler Mezarlığı tabelasını “kaldırttığını” açıkladı.