Yanlışları benzer biçimde tanımlamak, ne yazık ki çözümlerde buluşmayı sağlamıyor; buna karşın yine de üzerinde “uzlaşabilecek bir hareket” noktasının olmasını önemsiyorum.
Gezerken yazılarımda zaman zaman yolumuzun kesiştiği insanlardan da söz ediyorum. Bu hafta size yine sürdürdüğüm yaşam yolculuğu sırasında tanımaktan onur duyduğum bir insandan söz edeceğim: Prof. Dr. Coşkun Özdemir.
İtiraf edeyim, onunla ilk olarak ne zaman ve nasıl tanıştığımızı anımsamıyorum. Üzerinden otuz yılı aşkın zaman geçti. İnsan aklının “unutmayla özürlü” olduğu sözü doğru olmalı belki de.
Özdemir, İstanbul Tıp Fakültesi’nin öğrenciye yakın olan ve onunla diyalog kurabilen, demokrat diye tanınan, ender rastladığımız öğretim üyeleri arasındaydı. O bir çok insan için olduğu gibi bizim de “Coşkun Hoca”mızdı.
1980 öncesinde dönemin üniversite rektörü Prof.Dr. Haluk Alp’ten kurmaya niyetlendiğimiz fakülte tiyatro grubu için destek istemeye gittiğimizde bize “ben bu üniversitenin rektörü olarak kendi fakülteme ayrıcalık tanıyamam, ama grubunuzu üniversite tiyatrosu olarak oluşturursanız sizi desteklerim” demişti. Üniversitenin öğrenci tiyatrosunun birkaç yıllık bir aradan sonra yeniden oluşması da onun bu “öneri ve ısrarı” ile gerçekleşmişti.
Özdemir de bizim nazımızı çekmiş önerimiz üzerine bu topluluğun sorumlusu, yardımcısı, ilgilisi olan öğretim üyesi olmayı kabul etmişti o dönemde.
O zamanlar böyleydi, fakülte ve üniversitenin kulüplerinin kurulma ve çalışma “prosedürleri”. Aynı zamanda Edebiyat Fakültesi’nin öğretim üyelerinden Prof. Dr. Cevat Çapan da ona destek olmayı kabul etmişti. Daha bir “kuvvetli olduğumuzu” hissetmiştik.
"Hekimlik yıla yaşa dayanmaz"
“Coşkun hoca”yla ilişkimiz 70’li yılların sonunda, 12 Eylül’ün hemen öncesinde seçildiği İstanbul Tabip Odası Başkanlığı göreviyle daha da yakınlaşacak ve yoğunlaşacaktı.
Daha sonra bu ilişki 12 Eylül'ün zor günlerinde zorunlu ve kısa bir kesintiye uğrasa da birkaç yıl sonra kızımızın bebeklik resmini gönderdiğimiz, aile dışındaki tek insan olacak kadar yakın biçimde yıllarca devam edecekti.
Sonrasında Lepra Merkezi’nde çalışırken de, yapılanları doğru bulduğu için bu merkezi koşulsuz destekleyen, hemen her etkinliğine gönüllü olarak katılan sayısı çok az öğretim üyelerinden birisiydi.
Özdemir’in yaşam öyküsü başka kaynaklardan bulunabilir. Burada ayrıntısına girmeyeceğim. Ama 1926’da Urfa’da doğduğunu, İzmirli bir öğretmen anne babanın çocuğu olarak çocukluğunu neredeyse Cumhuriyetin ilk yıllarının Urfa’sında geçirdiğini, dahası bu yıllarda Cumhuriyetin ilk uygulamalarına burada tanık olduğunu övünerek her zaman anlattığını söylemeliyim.
1993’de “yaş haddi”nden emekli olduktan sonra da haftada bir gün olsa da fakültesine giderek, bilgi ve deneyimini aktarmayı sürdürüyor. Çünkü “bilim insanlığı ve öğretmenlik mevzuatın belirlediği bir görev değil”.
Kurduğu Kas Hastalıkları Derneği'nde hastalarına hizmet vermeye devam ediyor. Çünkü hekimlik de yıla, yaşa bağlı bir meslek değil.
Ülkenin, sağlık alanının, üniversitenin, tıp eğitiminin ve hekimliğin sorunları onun hâlâ üzerinde kafa yorduğu konular. Çünkü “aydın olmak da ‘akla ve duygulara sahip olunduğu sürece’ devam eden bir özellik”.
Prof. Özdemir’in başka özellikleri de var:
Cumhuriyete, Atatürk’e ve onun devrimlerine, aydınlanmaya ve bilime olan inanç ve bağlılığı da sürüyor. Ulusal bağımsızlıktan yana, laikliği savunuyor ve gericiliğe ve taassuba şiddetle karşı çıkıyor.
Demokrasiden yana olduğunu geçmişte olduğu gibi bugün de söylüyor ama artık demokrasinin varlığına ve hatta varolabileceğine inanmadığını da eklemekten geri kalmıyor. Eğitimi “eksik ve yanlış olduğu” için bu halkın seçimlerini “doğru yapamayacağı”nı savunuyor.
Onları “savunduğu ve yukarıda saydığımız değerler ve ilkeler” çerçevesinde eğitmenin gerekli, önemli ve herkesin yerine getirmesi gereken vazgeçilmez bir görev olduğunu da ekliyor.
"Köy Enstitüleri”, “Halk evleri” savunmaktan ve olmasını istemekten vazgeçemediği başta gelen çözümleri arasında. Gündelik politikadaki “saflaşma”da da kendini “ulusalcı güçler”in yanında görüyor ve bunu her hafta yazı yazdığı Cumhuriyet gazetesinde ifade etmekten geri durmuyor.
Ulusalcılığa itiraz edenlerin ise bu sistemin egemenlerinin değirmenine su taşıdığını, dahası bir inkâr ve sapma içinde olduğunu düşünüyor, söylüyor.
Onun bu nitelendirmede bulunduğu grubun içinde ben de varım. Yazdıklarımdan, söylediklerimden yola çıkarak, benim için de böyle düşündüğünü söylüyor.
Son yıllarda çok sık karşılaşmasak da hekimlerin izlediği elektronik ortam aracılığıyla sürekli bir iletişim halindeyiz. Bu farklı düşünce ve çözümlerimizi orada özgürce ve serbestçe savunuyoruz.
Başkaları gibi “ben hocayım, ben bilirim” deyip susturmuyor ve susmuyor.
Farklı yaklaşımların sergilendiği tartışmalarımızdan sonra geçtiğimiz yılın sonlarında beni aradı ve son yayınlanan kitabından söz ederek, benim “sağlık medya” konusundaki kitabımla değiş-tokuş yapmayı önerdi. Kendisiyle randevulaştık ama buluşamadık. Yine de kitap değişimini gerçekleştirdik.
“Karşı Duruş” adlı kitabını okuduktan sonra kitapla ilgili düşüncelerimi ona yazdım. Dahası kendi web sayfamda da bu düşüncelerimi de yayınladım.
Sonrasında yine beni aradı; yüz yüze görüşmeyi ve tartışmayı önerdi. O sırada İstanbul dışındaydım ve İstanbul’a geldiğimde bunu yapabileceğimi söyledim.
Şubat ayındaki "Yolcu"nun “İstanbul Molası” sırasında, bir öğleden sonra buluştuk ve görüştük Coşkun Hoca'mla.
Ona “aykırı” gelen düşüncelerimi uzun uzun anlattım, o da kitabında defalarca söz ettiği düşünceleri bir kez daha yineledi.
Bir çok konu üzerinde aynı düşünmediğimizi, aynı düşünemeyeceğimizi fark ettik ve dahası bunu da “tespit ettik”. Ama bu “saptama”lar, “meslektaş”, “öğrenci-öğretmen” ve “dostluk” ilişkimizi değiştirecek bir boyutta değildi.
Bunu hemen ertesi günü Tabip Odası'nın düzenlediği “toplu oyun izleme” etkinliği sırasında Dostlar Tiyatrosu’ndan “Sivas 1993” adlı belgesel oyunu yan yana oturup izleyerek de gösterdik.
Gezerken de ondan söz etmek istedim. Çünkü onun ve onun gibilerinin varlığının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Öncelikle yukarıda belirttiğim niteliklerin 82 yaşında sürdürebiliyor olması bana çok anlamlı geliyor.
Kitabını değerlendirdiğim yazımda da dediğim gibi, 82 yaşında farklı düşündüğümüz ve ayrı düştüğümüz bir çok yanımız olmasına karşın hâlâ bana bazı şeyleri öğrettiği için de bu böyle.
Sürekli yazdığı Cumhuriyet gazetesindeki “14 Mart”la ilgili olarak yazdığı “Sağlıkta Neler Oluyor” başlıklı yazıda söyledikleri de onunla buluştuğumuz az sayıdaki düşünceler arasında:
“Her şey bu iktidarın oluşturduğu halk ve emekçi karşıtı sistem ve politikalardan kaynaklanıyor. Bu politikalar toplum sağlığını tepeden tırnağa bozmuştur. Hükümet Sağlıkta Dönüşüm adı altında son derece tutarsız bir sağlık düzeni getirmeye çalıştı. Sonuç, sağlığı piyasalaştırma, hekimlerin özlük haklarını ihmal, özel hastaneleri tekelleştirme ve her yerde her alanda kadrolaşmadır. Bunun için atamalarda yasaları görmezden gelmekte, iktidar hiç bir sakınca görmüyor. ‘Seçimlerde halk bizi destekledi, o halde biz her istediğimizi yaparız’ ilkelliği içinde bir iktidarla baş başayız. Şimdi sosyal hakları budayan, en yoksul insanlarımızdan prim almayı öngören Genel Sağlık Sigortasını çıkarmaya çalışıyorlar. Özel hastanelerde sosyal güvencesi olanlar da artık küçümsenemeyecek katkı payı ödemek zorundalar. AKP iktidarı meslek odalarını da ele geçirmek için büyük çaba harcıyor.”
“Yanlışları” benzer biçimde tanımlamak, ne yazık ki “çözümlerde buluşmayı” sağlamıyor. Buna karşın yine de üzerinde uzlaşabilecek bir hareket noktasının olmasını önemsiyorum.
En azından geçen 30 yılı aşkın bir süredir, birlikte bir şeyler yapan insanların bazı konularda benzer davranabileceğini düşünüyorum.
1976 yılında Türk Tabipleri Birliği “14 Mart”ları baloların yapıldığı “tıp bayramları” şeklinde kutlanmaktan vazgeçilip, “toplumla birlikte” gerçekleştirilen “sağlık haftaları”na dönüştürülmüştü.
Bu haftaların 2'ncisini İstanbul Tabip Odası merkez olarak gerçekleştirirken “Tabip Odası”nda bu işle uğraşan ekibe katılmıştım, henüz 3. sınıfı okuyan bir tıp öğrencisi olarak.
O günden bu yana geçen sürede aslında “sağlık ortamı ve sağlık sorunları” açısından “değişen” pek bir şey yok. Günümüzde “14 Mart”lar yeniden “baloların” olduğu “tıp bayramlarına dönüştürüldü”.
Bu belki de hekimlerin de bu durumu artık içselleştirdiğinin bir gösteriyor. Ama en azından bir bölümü daha çok söylemleriyle de olsa bu süreci tıpkı o zaman olduğu gibi bir “mücadele alanı olarak” görüyor ve bazı etkinlikler yapıyor.
Bu yazının yazıldığı zaman henüz gerçekleştirilmemiş olsa da bu yıl “14 Mart”ta diğer tüm emekçilerle birlikte hekimler de “üretim süreçlerinden aldıkları gücü” ortaya koyarak “iş bırakacaklar”.
Daha önce dedikleri gibi “G(ö)REV” yapacaklar.
Hükümet tarafından uygulanmakta olan “Sağlıkta Dönüşüm”den bir “değişim” yaratacak mı bilmiyorum.
Ama ne kadar ayrı düşünsek de, farklı olsak da, “benzer tanıları koyduğumuz” hastalıkların çözümü için belki de “benzer çözümler önereceğimiz” yeni duruşları ortaya çıkarabiliriz diye düşünüyorum. (MS/EZÖ)