"Babam ve Oğlum" filmiyle adından çok söz ettiren Çağan Irmak’ın son filmi "Ulak"la ilgili gazete yazılarını okuduğumda yollardaydım. Doğrusu ilgimi çekmesine neden olan asıl yazı, Irmak'ın da "filmi en iyi o anlatıyor" dediği Radikal’de yer alan "Meselemiz inanmaktır ey izleyici" başlıklı yazıydı. Bu yazıda şöyle deniyordu:
"'Ulak' bir kurtarıcı hikayesinden çok, o kurtarıcıyı düşlemenin, ona inanmanın ve onu beklemenin hikayesi. 'Ulak'ı tasvir ederken herkes kendi kahramanını anlatıyor bu yüzden. Herkes onun gelmesini ve hikayenin sonunu farklı oluşturuyor hayalinde. Hikayenin onu dinleyen kişi kadar sonu var ve film hikayeyi dinleyenlerden birinin ‘oluşturduğu’ sonla bitiyor. Meselemiz inanmaktır ey izleyici, hayal etmektir, bir hikayenin olmasıdır asıl hikaye!"
Hemen o sıralarda bir arkadaşımla internet üzerinde mesajlaşırken "Beklediğimiz ‘ulak’ olacaksın galiba" deyişi filmi izlemek için yeni ve büyük bir dürtü yarattı bende.
Güzel başladı, "Ulak" yakaladı beni
Yolculuğun güzel yanlarından birisi de bu: "Özgürsün". Programındaki herhangi bir boşluğu o anda yapmaya karar verdiğin güzel bir şeyle doldurabiliyorsun. Ankara Mithatpaşa Sineması’nın bir küçük salonunda filmin ikinci haftası olmasına rağmen sekiz kişiydik.
Film gerçekten de etkili ve güzel başladı. Fantastik filmlerden pek hoşlanmam. Hele basında "Ulak"la ilgili tartışmalarda, "benzerlikler kurulan ve adından söz edilen" filmlerin hiç birisini görmemiştim. Ama "Ulak" filmi “yakaladı” beni. Soyutu anlatırken yeğlediği “masal formu" hoşuma gitmişti; kendimi filmde gördüklerimden yola çıkarak serbest çağrışımların düşsel girdabına bırakmıştım. Kah uçuyor, kah yüzüyordum.
Filmdeki köy bana "Harran"ı anımsatmış, uçarak bir anda kendimi orada bulmuştum. Çocuklar ne kadar da benziyordu oradaki çocuklara...
Zamanın içindeki yolculuk beni insanlık tarihinin o evresinden bu evresine, geçmişten geleceğe, gelecekten bugüne savurmuştu. Kocaman evrenin ve zamanın içinde dolanıp duruyordum; bir "ulak", bir "taşıyıcı" gibi...
Her masalda olduğu gibi “iyiler”le “kötüler” savaşıyordu. Çocuklar vardı o masalı “masal” yapan, anlamaya çalışan, dinleyen, soran, merak eden ve kendince bir şeyler anlayan...
İyi oyuncular vardı, "Çetin Tekindor" gibi, "Hümeyra" gibi, "Şerif Sezer" gibi, anlatıyı gerçek kılan. Sinemanın teknik olanakları olabildiği kadar iyi kullanılmıştı. Işık, kamera hepsi yerli yerindeydi.
Çünkü çocuklar yaşadıkça hâlâ umut vardı...
Hatta arkadaşımın söylediği sözden yola çıkarak kendimi "Ulak İbrahim"in yerine koymuş, "Yol’cunun Yolculuğu"nda taşıdığım yükleri, iletileri, mesajları, niyetlerimi, düşlerimi, planlarımı yeniden düşünmeye başlamıştım. Sonra kendi kendime sormaya başladım; "Benim savaştığım kötüler kimdi, ne için savaşıyordum?" Benim bu yolculuğumla iletmeye çalıştığım "benim mesajım" neydi?
Filmden ve yaşadığım gerçeklikten yola çıkarak bunları kafamın içinde birbirine bağlarken, birini ötekinin içine sarıp sarmalarken, filmin ilk yarısı tamamlandı.
Sonra "mesajı iletenlerin" mesajları, yazdıkları kitapları ve o kitapları yazmalarından ve çoğaltmalarından kaynaklanan sonları gündeme geldi. Kötüler bir kez daha iyileri yenmişti. Onları "katletmişler" yeni umutlar doğuracak toprağın bağrına" gömmüşlerdi. Ama onlar oradan da ses veriyordu. Çünkü tek "umudumuz" çocuklar henüz toprağın üzerinde ve yaşıyorlardı.
"İlahi adalet" o zaman ortaya çıktı; kötülerin cezasını vermek üzere. Üstelik yalnız kötülerin değil, kötülüklere ses çıkarmayanların, kötülere karşı koymayanların da cezasını verecekti.
Peki ya "ceza" neydi?
İşte zurnanın "zırt" dediği yere gelinmiş, o güzel uykudan uyanılmış, düşlerim gerçeğin soğuk duvarına çarpılmıştı. Birden uyandım.
Ve yine cüzzam...
Yine Radikal’de "‘Ulak’ kulağınıza küpe olsun" başlıklı yazının sonunda şöyle diyordu, Irmak’a atfen:
"Irmak, ‘Ulak’ için belli bir kitabı ya da spesifik bir masalı ele almadığını söylüyor. Filmde en sevdiği yerin final bölümü olduğunu söylüyor: ‘Çünkü orada kapının tam eşiğinde durup geriye bakan ve unutmamaya karar veren bir çocuk var. Hümeyra’nın, ‘Unutun köyü, sakın arkanıza bakmayın,’ demesine rağmen bir tanesi cesaret edip bakar arkasına. Terk ettikleri aslında köy değil, çürümüş bir sistem. Geride bir belgecinin kalışı benim için çok önemli."
Gerçekten de en önemli bölüm filmin "final"iydi. Irmak bu masalın sonunda "kötülere ve kötülüklere karşı koymayanlara verdiği cezaya" yıllardır bu düşüncenin tersini anlatmak için uğraştığım bir hastalığın adını veriyordu:
"Cüzzam"
Geri dönüp bakılmaması, unutulması gereken durumu benzettiği hastalık buydu.
Tanıdık bir metaforla yüzyüze gelmiştim işte. "Cüzzamdan kaçar gibi kaçmayan, cüzzam için 27 yıl çaba sarfeden ben yeniden onunla karşılaşmıştım.” Tıpkı "Ben-Hur"da, "Rabia Hatun"da, "Kelebek"te olduğu gibi.
Biri ortaya çıkıyor ve "Cüzzam eşittir kötülere verilen ceza" diyordu.
Birine "Kötü" demek için elinden hiç kir olmamalı
Oysa "Cüzzam" öyle bir hastalık değil. Mikropla oluşuyor. Hastalar "kötü oldukları ya da kötülüklere ‘eyvallah’ ettikleri için" bu mikrop onları bulmuyor. O mikrop 35-40 yıldır etkin, ucuz tedavi yöntemleriyle yok edilebiliyor. Bu ülkedeki "cüzzam"lı hastalar bu tedavileri uyguladılar. "Cüzzam" öldürmüyor. Hastalananların bir bölümü halen aramızda yaşıyor.
Sayıları çok az değil. Sağlıklı çocukları, torunları var. Komşuları yakınları var. Eskilerde kalan yanlış inançlar, ön yargılar, boş inançlar yeni yeni onları eskisi kadar etkilemiyor. Ama "kaygıları", bu "değişimi eskiye çevirecek birilerine duyduğu korkuları" var hâlâ.
Tümünü ben yakından tanıyorum.
Onlar "kötü" insanlar değil. "Kötülüklere, yanlışlıklara göz yuman insanlar" da değil.
Hz. İsa’nın "Maria Magdalena" için söylediği sözün benzerini yineleyeyim:
Onlar için "kötü ya da kötülüklere göz yumuyor" diyecek olan insanların bu bakımdan "arınmış, ter temiz olması, elinde hiç kiri olmaması" gerekiyor. Eğer öyle birisi varsa onlar için bunu söyleyebilir.
Masal anlatırken bile böyle olması gerekiyor.
Teşbihte hata olur
"Teşbihte hata olmaz" denir; bence olur, oluyor. Eğer "teşbih"i yapan "benzettiğiyle benzeyen"i yeterli ve doğru bir şekilde bilmiyorsa oluyor.
Sıkça söylediğim bir söz vardır:
Bilgisizlikten korkmam. Eksik ya da yanlış bilgiyle "bildiğini iddia edenlerden" korkarım.
Toplumda, çevremizde, yaşadığımız her yerde o kadar çoklar ki.
Onlara bakarsak; o kadar çok şey biliyorlar ki. O bildiklerinden yola çıkarak topluma etki eden o kadar çok söz söylüyorlar ki. Toplum onların söylediklerine inanıyor. Doğru kabul ediyor. Bundan sonra "gerçek doğru" değil, onların "yalan doğru"ları toplumun kabul ettiği doğrular haline geliyor.
Yani "biri bir dipsiz kuyuya taş atıyor". Sonra "attıkları taşı, o kuyudan kırk akıllının çıkartması" gerekiyor. Kuyular böyle taşlarla dolu. "Ulak"ın yaptığı gibi. Tabii her zaman bulunmuyor o "kırk akıllı". Bir tane iki tane olsa neyse ama "kırk akıllı" bulmak çok zor.
Hele hele insanların görmek, bilmek, duymak istemedikleri, yok saydıkları gerçeklerin doğrusunu bulmak için hepten zor o kırk akıllıyı bulmak.
Ama eğer Irmak, "yanlışa, kötüye, çürümüşe, bozuk olana" karşı dediği kadar duyarlıysa, "sayıları kırka ulaşmasa" da mevcut olanlara "katılmak" zorunda. Başka çaresi yok.
Bu "yanlış"ını doğruya çevirmek artık onun en azından bu ülkedeki cüzzamlılara ve onları iyileştirmek için 30 yıldır "dağ bayır gezen" insanlara karşı inkar edemeyeceği bir borç. (MS/GG)