“Çekmece cisrine bir tâk-ı muallâ çekdi kim/
Aynıdır âyine-i devranda şekl-i kehşân”
“Çekmece’ye bir yüksek kemer çekti ki
Gökyüzünde Samanyolu gibi asılı duran”
Mimar Sinan’ın Büyükçekmece Köprüsü için söylenen bir söz.
Ben bir köprüyüm.
Ben, Büyükçekmece’de Sinan’ın köprüsüyüm.
Bana uzaktan bakıyorsunuz. Bazen üzerimden yürüyorsunuz. Belki yanı başlarıma kurulan göçebe çadırlarda bana bakarak çay içiyorsunuz. Beni görüyorsunuz ama duymuyorsunuz. Bana taş diyorsunuz; işte taştan bir köprü. Bir de ekliyorsunuz; Mimar Sinan’ın köprüsü. Belki bir kısmınız, bilmediğinden bunu da demiyor.
Beni duymak istiyor musunuz?
Yaklaşın!
Ben bir canlıyım, sizin gibi. Bakmayın taştan olduğuma. Biliyor musunuz, benim taşlarımda nice ruhlar saklı?
Yaklaşın, taşlarımın fısıltısını duyacaksınız; içten, sıcacık ve hüzünlü. Beni ocaktan çıkaranların, taşıyanların, yontanların, örenlerin terleri işledi tenime. Kulaklarımda binlerce sesin rengi, gözlerimde nice görüntüler kayıtlı.
Yorgunum, çok yorgun. Nasıl yorgun olmayayım ki, tarihin yükünü taşıyorum. Yani, alınmayın ama sizlerin tepişmesinin yükünü.
Ben bir köprüyüm, tarihin tanığı. Ölümün tarifsiz acısının, kavuşmanın sevincinin, ihanetin, zulaların, nice gizli sözlerin, kuşaklardan sıyrılan palaların ve piştovların tanığıyım. Gizli buluşmaların yolcularının yürek atışlarının seslerini, soluklarını çok duydum. Taşlarıma nice güneş yüzü görmemiş küfürler çarptı. Korkunun tabansız adımlarını bilirim. Kılıçtan keskin cesaretin yolcularını, terkisinde sevdasını taşıyanları…
Ben bir köprüyüm
“İki yakası bir araya gelmeyesice” diye yapılan beddualara inat ben, iki yakayı bir araya getiririm. Karşı kıyıyı burayla, buradaki kıyıyı karşıyla birleştirir, öpüştürürüm.
Ben hem kavuşturur, hem ayırırım.
Ben yerleşik hayatların değil, akan hayatların mecrasıyım.
Ben bir köprüyüm.Tevellüdüm 1567.
Filozofun dediği gibi, “İnsana ait ne varsa, yabancım değildir.”
Nice sırlar saklı bende
Gözlerim çok şeyler gördü, kulaklarım çok şeyler duydu. Karının kocasından, seraskerin padişahtan, kölenin ağasından gizlediği nice seslerin tanığıyım ben. Ama çok iyi sır saklarım. Çok zaman geçti bu dediklerimin üzerinden. Şimdi anlatabilirim sırlarımı. Yeter ki siz dinlemek ve beni anlamak isteyin.
Sır deyince nasıl da meraklandınız değil mi? Bilirim insanoğlunun zaaflarını. Gizlilik her zaman cezbedicidir. Hele merak ve şüphe! Benim pirim de meraklı ve şüpheciydi. Sinan, birden Sinan olmadı. Devşirilen Mimarım, Enderun’dan yetişti ve koca Osmanlı’nın mimarbaşı oldu. Bu meşakkatli yolda Sinan yılmadı ve hep öğrendi. Sinan hem öğrenci, hem öğretmendi. Nehrin kükreyişini, rüzgârın uğuldayışını, göğün dibinin delindiği yağmurları, fırtınayı, ayazı, ağacı, denizin dalgasını, suyun tuzunu, taşı, toprağı, havayı ve ateşi dinledi, hesap etti, onlarla ilişkiye geçti. Konuştu onlarla. Ne acıdır ki, bugün sizlerin arasında “Doğayı yendik, emrimize aldık” diye böbürlenen politikacılar, bilim insanları, mühendisler vs. var. Kibre bak hele kibre. Hâlbuki Sinan doğayla barışıktı ve her birinin huyunu, suyunu öğrenerek bütün bunları bir teknede aklıyla yoğurdu, içine de estetik adına yeteri miktarda duygusunu kattı ve Sinan’ı Sinan yapan senteze ulaştı. Bütün bunlara rağmen Sinan bir gün kulağıma eğilerek, Zerdüştilikten etkilenen ve tasavvufun pirlerinden Mevlana’nın, aklın kâinattaki yolculuğunu ifade eden ve belki de Sokrates’den neşet edilen “Cancağızım, bildikçe çoğalıyor bilmediklerim” diyen o harika sözünü fısıldadı. Hiç unutmam bunu. Ve ben, 463 yıldır insanları görüyorum. Ve her gördüğümde tanıdığımı sandığım insanları tanıyamadığımı görüyorum.
İnsan! Görünen ve görünmeyen yüzleriniz, içiniz, dışınız… Sizler var ya sizler; bir kimliğe, bir yüze indirgenemeyecek kadar karmaşık ve zenginsiniz. Dünya hali işte, üzerimden geçen kervancı ne kadar para alacağını, zahire tüccarı ne kadar kar edeceğinin hesaplarını yapardı. Palalarını kuşanmış nice palabıyıklı yeniçeriler geçti üzerimden. “Gâvura kılıç üşürmenin” inancıyla coşkun yürüyüşlerde bulunanlar bile, duygularının yükünü taşımakta güçlük çekerlerdi. Titreyen bacakların ve pır pır eden o yüreklerin yanında palaların azameti, bir karikatüre dönüşürdü. “Leşkerde korkuyu bastırmak ve gâvura kılıç üşürmenin” coşkusunu yaratmak için mehteran imdada yetişir zurnalar öter, ziller çınlar, at üstünde kösler dövülür, nakkareler hücuma kalkmış süvarilerin nal sesleri ritmiyle velvele oluşturur ve davullar top atışları gibi gümbürderdi. Ve taşlarıma köselesi manda derisinden çarıklar daha sert vurur, top arabaları taşlarımın üzerinden tangırdayarak geçer, sipahiler atlarının sağrısına yamçılarını şaklatırlardı. Ah askerler! Yürekleri bin bir düşüncenin heyecanıyla, hüznüyle, korkusuyla çarpardı.
Neler gördüm neler
Şehir kapıları akşam kavuştuğunda kapandığı için uzun yıllar boyu akşamları yolculuk edilmezdi. Koruma bölüğünün ve her iki başımdaki nöbetçilerin sesinden başka, doğadaki sesleri saymazsak, başka ses olmazdı. Issızlığın ortasında kala kalırdım bir başıma. Çok sonraları geceleyin de yolculuk edilmeye başlandı. O aylı gecelerde üzerimden geçen atların ve insanların gölgesi öyle uzun, öyle heybetli olurlardı ki, sanki ağırlıklarından göl de, deniz de yere batacakmış gibi olurdu. Ah! O ay yüzlü güzeller. Ayın şavkında peçelerinin hükmü kalmaz, gözlerinin ışığı deler geçerdi geceyi. Ay ile ay yüzlü güzelin sureti taşlarımda buluşur ve ben saygıyla, biraz da imrenerek bu seremoniyi izlerdim.
Geçip karşıma bakın; bir tarih saklı bende. Gelin, üzerimden yürüyün, bir o uca, bir bu uca. Arşınlayın boyumu ki, boyunuz göğe ersin. Şaka değil bu söylediğim. Kadim tarihe ilgi duyanlar bilir beni. Tarihi bilmek, biraz da insanı bilmektir. Ayağınızın bastığı taşlara bakın, o taşlara nice ayaklar bastı. O taşların üzerinden nice tekerler döndü, hayatın sonsuz döngüsünde. Nice kısraklar kişnedi; bıyıkları pomatlı, kamçıları gümüşten binicilerinin altında. Nice yaylı arabalarda hüzünleri ve arsız hayalleriyle gelinler taşındı. Nice buseler konduruldu, nice tenler ala büründü, mora kesti. Eksik olmazdı taşlarıma çarpan nal sesleri. Nalın ve taşın o haşin çarpışmasından doğan çıngılar, gecenin şimşeğiydi. Ortalığı at kişnemeleri, öküz, camız ve deve böğürtüleri sarardı. Nice temennalar edildi üzerimde; içten veya sahtekârca. İnsanlar akardı ulaşmak için menzillerine. Bilmem ki, hangi birisi yaşarken ulaştı menziline? Ama biliyorum ki, sonunda ulaştılar mezarlık menzillerine.
Sinan’a âşıktım
Ben, size aitim. Sizden biriyim. Ama bana bir yabancı gibi duruşunuz, inanın içimi çok acıtıyor. Beni tanımazsanız, benimle sohbet etmezseniz, nasıl bir tarih anlayışınız oluşur. Tarih anlayışı oluşturabilmeniz için şöyle bir asar-ı atikaya uğrasanız derim. Böyle bir derdiniz varsa, gelin, konuşun benimle.
Beni ben yapanları çok özlüyorum. Hele Sinan’ı. Ustaları, kalfaları, senktraşları, neccaranı, işçileri, tulumbacıları, mekkaraecileri hepsini özlemle yâd ediyorum. Yapım emrimi veren Sultan Süleyman da, doğumuma tanıklık eden Sultan II. Selim de; hepsi terk-i diyar eylediler. Beni sizlere yadigâr bıraktılar.
Sinan, benim doğumum süresince kayıkla açılır karşıma geçer, beni temaşa ederdi. Bakışlarıyla hendesenin her türlü hesabını yapar, bana şekil verecek çizimlere dökerdi. Kerteriz aldığı her noktadan doğru sonuçlar çıkaran bir dâhiydi o. Sinan’ın size bir sırrını vereyim mi; nasıl olsa uzun yıllar önce öldü. Sinan bana âşıktı! Ben ise, suda suretime bakarken, Sinan’ın aşkına gark olur, ayın ışığında oynaşırdım. Yine de Sinan’ı, Selimiye ve Süleymaniye’den kıskanırdım.
Ordular, göçmenler, kervanlar…
Osmanlı Batı seferine karar verdiğinde ordu, Çırpıcı Çayırı’nda kurulur, orada sefer düzeni verilirdi. Yaya, atlı on binlerce asker, topları yüklenmiş camız arabaları, levazımı taşıyan kağnılar, develer, katırlar ve bunların sürücüleri; bir ordu ki, cümbür cemaat benim üzerimden geçerlerdi. Trakya’ya ve Balkanlara doğru gittikçe ordu daha bir büyür, yol boyu köylülerden azap askerleri toplanır, zahire yüklenir, ordunun sayısı ve ağırlıkları artardı. Ancak her savaşta geriye dönenlerin sayısı, benim üzerimden geçip gidenlerin sayısından çok daha az olurdu.
Bir de Batı’dan bu tarafa gelen iki ordu oldu. Bunlardan biri tarihin hafızasında 93 harbi olarak yer alan Osmanlı-Rus savaşıydı ki, ortalık kan revan oldu. Ruslar benim üzerimden geçerek Yeşilköy’e (Ayastefanos) çadır kurdular. Hele o kazak atlıları yok mu, pos bıyıklı, azametli ve bir zamanlar padişahla dalga geçen mektupları yazan ataları Zaporojya Kazakları gibi hadsiz ve özgüvenliydiler.
Bir diğer ordu ise, 1912 yılında Çatalca’ya kadar gelen Bulgarlar idi. Benim üzerimden İstanbul tarafına geçemediler ama o top gürültüleri yok mu, kulaklarımı sağır etti!
Ya o yerlerinden yurtlarından edilmiş Balkan göçmenlerinin yıllara yayılan göçleri! Aç susuz, yayan yapıldak, yırtık urbaların içinde acıyı sırtlanmaktan yamulan ve yüreği sıkışmış bedenler. Gözlerinden hastalık, merak, korku ve terk ettiği yurdunun özlemi akan, hüzünle yoğrulmuş göçmenler. Çocuk ağlamalarıyla, yaşlı inlemeleriyle ve lanet okumalarıyla dalgalanan muhacir kervanları.
İstanbul’a Balkanlar’dan, Trakya’dan zahire taşıyan deve kervanları, kağnılar… İstanbul yönüne doğru beni geçtikten hemen sonra Deve Bağırtan yokuşu gelir. Bu öyle bir yokuştur ki, yüklerinin altında develerin bağırtısından almıştır adını. Son yıllarda yer adlarını silenler türedi. Tarihinden korkanlar ancak toplumun hafızasını silmeye çalışırlar.
İşte böyle; tepişmenizin, boğuşmanızın, o çok övündüğünüz savaşlarınızın yol açtığı nice insanlık azabına şahit oldum ben!
Mahzun, sessiz ve üzgünüm
Balkanlar’da benden kısa bir süre sonra doğan (hatta yaşıt sayılırız) ve bana çok benzeyen bir kardeşim daha vardı: Drina Köprüsü. Sokollo Mehmet Paşa tarafından, devşirildiği memleketi Bosna-Hersek’in Vişegrad şehrinden geçen Drina Nehri üzerine, Sokoloviç köyüne yakın yerde 1577 yılında yaptırttığı köprü. Birinci Dünya Savaşı’nın son günlerinde, Avusturya askerlerince Sırpların geçişine engel olmak amacıyla Drina Köprüsünün havaya uçurulduğu haberini aldım. Kardeşimin katledildiği kara haberini aldığımda sanki Marmara tepemden aştı da, beni boğuyor sandım. Yaktığım ağıtın eşliğinde hıçkıra hıçkıra ağladım. Gözyaşlarım Marmara’ya sel oldu, tuz oldu. Fakat beni duyan olmadı! Kendimi öyle yalnız hissettim ki, neredeyse dünyaya geldiğime pişman oldum. Hatta ölmek istedim, elimde değil, ölemedim! İnsanların beni duyacak halleri de yoktu. Hem o tepişmelerinin arasında duysalar beni ne olacaktı ki?
Geriye yalnız ismi kalan ve uğruna karalar giyinip yas tuttuğum kardeşim için İvo Andriç adında bir Sırplı, 1943 yılında “Drina Köprüsü” adında bir roman yazmış. Bu eserden dolayı Andriç, 1961 yılında Nobel Edebiyat ödülünü almış. Hem kardeşim adına, hem de kardeşimi tüm insanlığa duyuran yazarı adına öyle çok sevindim ki...
Laf aramızda, niye benim hikâyemi yazan yok diye de, biraz üzgünüm.
Şimdi ben yapıldığım günden beri buradayım. Bir hayli yaşlandım. Yaşlılığıma değil, yalnızlığıma, beton çirkinliğinin arasında yitişime üzülüyorum. İki adım ötenizde, hatta içinizdeyim. Sizin halinize baktıkça bir mahzunluk çöküyor içime, acıyorum. O çok övündüğünüz tarihi bilmiyorsunuz. Bilseniz, önce insanlığın bütün ortak değerlerine sahip asar-ı atikaya saygınız olurdu. Üzgünüm.
Beni ben yapan o büyük ve değerli insan çoktan fani oldu. 99 yıllık ömrü 1588 tarihinde sona erdi. Büyük eserlerinden Süleymaniye Cami’sinin aşağı güney ucunda yer alan ve yine kendisinin yaptığı mütevazı mezarında yatıyor. Onu hep özlüyor, saygıyla anıyorum.
Duydum ki, Cumhuriyet döneminde benim Sinan’ımın hangi etnik veya dini kimliğe ait olduğu hususu tartışılmış, araştırılmış. Mezarı açılarak kafatası ölçümleri yapılmış! Bugün bile Sinan’ın Türk ve Müslüman olduğuna dair iddialar ileri sürülüyormuş. Bu insanlar çıldırmış olmalı! Dünyaya kimlikler hapishanesinden bakanların uygarlığa katkı yaptıkları görülmüş mü ki?
Köprülerin, yolların, gemilerin, denizlerin hikâyeleri aynı zamanda, uygarlıkların hikâyeleridir.
Ben bir köprüyüm.
Benim hikâyem, senin hikâyendir! (HŞ/AS)