Kolay bir hayat sürme şansı varken kararlılıkla başka hayatlar için mücadeleye giren insanların sayısı hiç de az değil yeryüzünde.
Hele 20'li yaşlardaki bir insanın basit kaygılarını, hüzünle karışık neşeli doğum günü kutlamalarını, aşk serüvenlerini, yudumlanan kahve arası daha da bir güzelleşen dedikodu fasıllarını, takıntılarını, alışkanlıklarını, aklınıza gelen günlük sıradan tüm koşuşturmalarını bir kenara bırakması, hayat memat meselesi dediği şeylere kafaya takması, dünyanın bir ucundaki başka bir "can" için kaygılanması, içinin sızlaması, harekete geçmesi, yollara düşmesi...
Bu ve benzer hikâyeleri her okuduğunuzda, izlediğinizde, gördüğünüzde "Ne güzeeel" demez misiniz, derin bir nefes çekip, omzunuzdaki karamsar yükten birazcık olsun hafiflemez misiniz?
Yollara düşenler, öğretme-öğrenme ve paylaşmak için atölyeler kuranlar, evini açanlar, onlar gibi "öteki" olarak yaşamaya çalışanlar, paylaşanlar, kahkalara-acılara aynı samimiyetle katılanlar...
Bir TV dizisinin içinde yaşamak, facebook'da arkadaş koleksiyonu yapmak, bir üst model cep telefonu, bilgisayar için yana yakıla tutuşmak, bir ünlüye tapınmak yerine "başka" bir canlının ızdırabına, tecavüzüne, işkencesine, çilesine, dışlanmışlığına kulak veren bir genci hangi ideoloji içerisine koyarsanız koyun hep kıymetlidir, hep "göz nuru"dur, hep gıpta ile öykünülesidir.
Uluslararası insan hakları gözlemcisi olarak bulunduğu Gazze Şeridi'nde buldozer altında ezilerek öldürülen 24 yaşındaki Rachel gibi. Ya da biraz daha eskiye gidelim, modern aygıtlara sahipliğin hayat memat meselesi olmadığı günlere. Yaşı küçültülerek öldürülen Erdal Eren gibi, idam sehpasına kadar "dünya derdi"ni sahiplenmeyi bırakmayan Deniz gibi, Yusuf gibi, Taylan gibi...
Söylenenin aksine "Yaş dediğin sayı" değil sadece. İyi ya da kötü, az ya da çok tecrübelerin, ne kadar dakika, saat yaşandığının su götürmez hesabı. Hesabı kesilenleri unutmamak için "Öldürülme" yıldönümlerinde bir araya geliyoruz. Ölüm bu, en beteri diyeceksiniz. Belki fazlasıyla doğruda bu. Ama bu topraklar en beteri ile yarışacak örnekleri koyuyor önümüze.
Pınar'ın Mısır Çarşısı patlaması ile ilişkilendirilip, "bombacı" ilan edilmesinin üzerinden tam 13 yıl geçti.
Süreci en iyi bilenler, bilmeyenlere anlatmaya kalkışsa saatlerce sürer. Hatta bilen de bildiğinden şüphe eder. Tam anlamıyla işin içinden çıkılamayacak kadar komik, ciddiyetsiz, kendisiyle çelişen hukuksal bir süreç. Görünen şu; "Süründürüle süründürüle" yaşatılmak istenenlerle bir ömrün gençliği elden ayaktan düşürülmeye çalışılmış, hala da devam ediyor. Öyle ki bir annenin yüreğine artık pes dedirtecek kadar.
Meseleyi sadece "genç" olma hadisesine indirgediğimi düşünmeyin. Kelli felli, bir dönemin hızlılarından olup da el-etek- paçalarınızı memleket meselelerine yumuşak yumuşak değdiriyorsanız başka. ( "Hayat bir yemektir, yaşlıkta tatlısı." kelamıkibar ironisini "düz mantıkla" anlamak isteyene sözüm.)
13 yıllık saçma sapan bir sürece neresinden el atsanız, avucunuza başka başka dikkat kesileceğiniz mevzular gelir. Bu ülke insanın kaderi "Hangi memlekette neyi konuşuyorum" demek. Yazının sonunda bu kadere boyun eğmek zorunda olduğumu hissettim.
Daha dün Hrant için Dolmabahçe'de buluşuldu, yarın da saat 09:00'da Pınar için Beşiktaş Adliyesi'nin önünde desteğe bekleriz. Hesabı kesilenlerin "hesabını sormak" ve süründürülmeye çalışılanların da "sahipsiz olmadığını göstermek" için kafanızı-bedeninizi-yüreğinizi adliye önlerinden, bilhassa "hayat memat" meselelerinizden eksik etmeyin. (FG/EÖ)