Yukarılardan bir yerden şöyle bir manzara seyrettiğinizi düşünün:
Herhangi sokağın başında onlarca gösterici. Sokağın diğer ucunda bir TOMA ve arkasında gene onlarca polis. Atılan gaz fişeğiyle sokağın başındaki göstericiler tekrar buluşmak üzere dağılmak ya da kaçmak zorunda kalıyorlar. Sokağın diğer ucundaki polisler de bu arada göstericilerin olduğu sokağa biraz daha yaklaşabiliyor. Göstericiler bu sefer başka bir sokakta barikat kurmaya başlıyorlar. TOMA ve peşindeki polisler de o yöne yöneliyorlar ve tekrar gaz fişeği, su, plastik mermi atışları. Grup gene dağılmak zorunda kalıyor. Ve başa dönüyoruz. En yakın zaman 1 Mayıs’ta yaşananlar tam olarak buydu. Keza hemen her sokak çatışmalarında yaşananlar da bu zaten.
Sonunun nereye varacağı bilinmez bu köşe kapmaca saatlerce sürebiliyor. Bir labirent oyunu gibi. Diyelim üç saat sonra olduğunuz yerde çakılıp, “ben ne yapıyorum!” diyebilirsiniz. Sorunuzun, bu direniş atmosferinin büyüsünü bozduğunu biliyor olsanız da. Üç gün sonra o sokaktan geçtiğinizde de o dakikaları hatırlarsınız. Ve “gene olmadı” duygusu.
G. Arrighi, T. K. Hopkins, I. Wallerstein’in birlikte yazdığı Sistem Karşıtı Hareketler’de, tarih boyunca dünya yöneticilerinin en büyük avantajlarından birinin, “başkaldırının süreksizliği” olduğunu söylüyorlar. Bu genelleyici düşünce, kolayca yanlışlanabilir. Elimizde Kürt halkının dört parça Kürdistan’da, yıllardır sürdürdüğü bir başkaldırı tarihi var. Ama iktidar el değiştiğinde ne olacağını şimdilik bilemiyoruz. Her ne kadar özerklikler şeklinde yatay örgütlenen bir toplum hayali kurmak, tek elde toplanmış bir otoriteyi akla getirmiyor olsa da. Keza bugünlerde, Kürdistan hayalinin, sınırlara dayalı coğrafi bir inat olmadığını, beraberinde istediği niteliksel değişimleri Rojava örneğinde görebiliyoruz. Öbür yandan bahçenizdeki lahanaların yetişip yetişmeyeceğine kilometrelerce uzaklıktaki bir petrol, gaz, su hattı görüşmeleri etki edebiliyor. Dünya dengelerini hesaba katacak öngörülerimiz de kısıtlı olduğu için üç aşağı beş yukarı tahminlerle konuşup, düşünebiliyoruz. Bu yüzden başkaldırıların süreksiz olduğu fikrine kısmen de olsa katılmak zorunda kalıyoruz.
John Holloway, İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek’te, bütün isyan hareketlerinin, görünmez oluşa karşı hareketler olduğunu söyler. Holloway için görünmez olanı görünür kılmaya yönelik en açık örnek feminist harekettir: “Kadınların sömürüldüğünü ve baskıya maruz kaldığını gözle görünür kılmak, fakat bundan da ötesi, bu dünyada kadınların varlığını görünür kılmak, varlıklarının geniş çaplı bir biçimde elendiği bu dünyada tarihi yeniden yazmak.”
“Oluşa ve sürene” karşı yapılan isyan hareketi, gördüğü ve aynı zamanda kitlelerce görülmesini istediği bir probleme işaret eder. İsyanın meramı, fark edilmeyen ya da görünür olması istenmeyen şeye dikkat çekmektir.
Holloway’ın bahsettiği, Zapatistaların, kar maskelerinin ifade ettiği: “Yüzlerimizi görünür olmak için örtüyoruz, mücadelemiz suretleri olmayanların mücadelesidir.”
İsyanın gizli ve en önemli talebi, meselesinin artık biliniyor olması, afişe olmasıdır. Öyleyse direnişi görünmez kılan nedir?
Holloway,direnişin görünmezliğinin nedeninin, tahakkümün sadece bir yönü olduğunu söylüyor: “Tahakküm, direnişi üstesinden gelinmesi gereken değil de, (hiç değilse bazı direnişleri) gizli, görünmez bir şey olarak görür her zaman için. Baskı, daima ezilenlerin görünmezliğiyle birlikte var olur.”
Geziden bu yana ne, neler görünür hale gelmiştir? Gezi, seçimler aracılığıyla sonucu belirleyen “geçerli çoğunluğu” ne kadar etkileyebilmiştir? İsyanın mayası nasıl olur da tutmamıştır? Gezi niçin bir halklar hareketine dönüşememiştir? Manevra alanı niçin birkaç semtle sınırlı kalmıştır? Gezi’yle birlikte sınıfsal vaziyetlerin ayrıştırıcılığı niçin görmezden gelemeyeceğimiz kadar belirgin hale gelmiştir? (…) Ve belki de en yakın zamanda 1 Mayıs’ta yaşananları da düşünürsek şu günler için en önemli soru: Sokak hareketleri artık bir işe yaramıyor mu? Yaramıyorsa, şu ana dek yapılmayan ne kaldı?
Bu tip sokak hareketlerinden, sıcağı sıcağına sonuçlar beklemek, az biraz sosyoloji, tarih bilen için, aceleci olduğu kadar gerçekdışıdır da. 68 Mayıs’ı bütün totalitarizm karşıtlığıyla ve toplum tahayyülleri ile beraber Gaulle’ye karşı da yapılmış bir isyan hareketiydi. Tıpkı bugün Türkiye’deki sokak hareketlerinin aynı zamanda Erdoğan’ karşı yapıldığı gibi. (Örneğin eylemlerde “Katil devlet” diye bağırmıyor insanlar. Onun yerine “Katil AKP” tercihleri. Ama sonunda Gaulle seçimle iktidara geri gelmişti. Yalnız şu var ki 68 ile ilgili bugün hatırlanılan bu değildir. Deleuze ve Guattari bunu şöyle anlatır:
“68’de bir sürü ajitasyon, jest, slogan, saçmalık, yanılsama vardı; fakat önemli olan bunlar değil. Önemli olan 68’in ileri görüşlü bir fenomene dönüşmesiydi; toplum bir anda hem neyin hoşgörülemeyeceğini anlamış hem de başka bir şey imkânını görmüştü adeta. Bu şöyle bir kolektif fenomendi sanki: “Mümkün olanı bana ver, yoksa boğulacağım…” (1)
Gezi’de hafızalarda romantik hikâyeleri ile kalabilir. Mimar Sinan Üniversitesi’nde 5 Mayıs’ta gerçekleşen Foucault kolokyumunda Ferda Keskin’in yorumu ise Gezi’nin “gelmekte olan ortaklığın” işareti olduğu yönündeydi. G. Agamben’in bahsettiği “Gelmekte Olan Ortaklık”ı, “Tienanmen” yani bütün kimlikleri, aidiyetleri reddeden herhangi tekilliklerin oluşması için açılan alan. Devlet mefhumunun sıkışacağı, kendini var edeceği unsurların ortadan kalktığı alan:
Bu tekilliklerin ortak(lık)-ta-olmalarını gösterecekleri barışçıl gösterilerin ortaya çıktığı her yer bir ‘Tienanmen’ olacaktır. (G. Agamben, Gelmekte Olan Ortaklık, Monokl Yayınları)
Sokak hareketleri dışında, daha başka ne yapılabilir sorusuna geri dönecek olursak eğer, karşımıza vurucu sivil itaatsizlik örnekleri çıkıyor:
2001 Mayıs’ında Arjantin ekonomik krize girdiğinde insanlar trampa ağları kurarlar. İhtiyaç duyulduğunda bir sekreter bilgi ve yeteneğini bir tesisatçının bilgi ve yeteneğiyle takas eder. Bu değişimin değeri için gene kendilerinin bastığı parayı kullanırlar. Devletin nezdinde sahte olan paralar, milyonların gerçek kabul ettiği paralardır. (2)
1968’de Kuzey İrlanda’da NICRA (Northern Ireland Civil Right Association) hareketi, yargı kararı olmadan gözaltına alma yetkisinin yasalaştırılmasına karşılık kira ödememe hareketini başlatır. Özellikle Derry ve Belfast’ta yaşayan 30.000 aile kiralarını ve vergilerini ödememe kararı alır. Hükümet, olağanüstü yetkilerle bir yasa çıkararak, kirasını ödemeyenlerin aldığı kamu yardımını keser. Bu önlem ancak 80 kişiyi caydırır. 30 Ocak 1972’de yapılan bir gösteriye ateş açılır. 13 ölü ve çok sayıda yaralı vardır. 1973 yılında kiralarını ödemeyen insanların sayısı hala 4000’dir. (3)
Bizde ilk akla gelen sivil itaatsizlik örnekleri Cumartesi Anneleri ve vicdani ret metinleri. Binlerce insanı haberdar eden ve reflekse iten sivil itaatsizlik örneklerimiz yok.
Her ne kadar sayısal ifadelerden hoşlaşmadığımızı ifade ediyor olsak da Foucault’un altını çizdiği bir şey vardır: İstatistik bir devlet bilimidir. Talat Paşa ve dolayısıyla İttihatçı politikanın en iyi bildiği şey kitleleri bir yerden bir yere sürerken sayısal olarak az olanı, çok olanların yanına tabiri caizse yedirmekti. Çok olanla baş edemediği yerde ise katletmek veyahut katletmek amacı ile zorunlu göçe tabi tutmaktı. Çoğunluğu oluşturma etnik mühendisliğinde, yaşayan bir canlı olarak tek tek insanların hiçbir kıymeti yoktu.
Gene G. Arrighi, T. K. Hopkins, I. Wallerstein’inhazırladığıSistem Karşıtı Hareketler’de şöyle bir bilgi veriliyor: “Bugün yeryüzündeki yaklaşık beş milyar insanın neredeyse tümü politik bakımdan, çok sayıda resmi devletlerarası örgüt içeren bir devletlerarası sistemin 160 küsur devletinin yurttaşları olarak bölünmüştür.” (4)
Düz mantık şöyle bir sonuca gidebilir: 160 küsur devletin yurttaşları olan insanların, 160 küsur devlete karşı sayısal üstünlükleri ortada. Yalnız burada bir başka devlet icadı devreye giriyor: Seçimler ve dolayısıyla seçmen kitlesi. Kitlesi kalabalık sivil itaatsizlik eylemlerine varmadan bir genel seçim ile kapanabiliyor meseleler. Gene sayılar devrede. Badio, devletin elindeki “sayılara” yüklenilen anlam için şunları söylüyor:
“Tarih boyunca, geçerli çoğunluklar Hitler’i ve Petain’yı, Cezayir Savaşı’nı, Irak işgalini ve daha nicelerini meşrulaştırmıştır. Dolayısıyla “demokratik çoğunlukların” masum bir yanı fala yoktur. Sırf insanlar oy verdi diye sonuçlarından bağımsız bir şekilde sayıları övmek, içeriğine açıkça kayıtsız kalıp çoğunluk kararına saygı göstermek genel bunalımın bir diğer semptomudur… İnsanlar dillendirmeseler de, burada sezilen şey şudur aslında: Seçim iddia edildiği gibi bir ifade aracı olduğu kadar da baskı aracıdır. Ezenleri en çok tatmin eden şey her yerde seçimler düzenlemek, seçim gibi bir talebi olmayan halklara bile gerekirse savaş yoluyla bunu dayatmaktır.” (5)
Cihangir’den Okmeydanı’na ilk defa Berkin Elvan’ın cenaze sebebiyle giden biri için muhtemelen seçim sonuçları tam bir hayal kırıklığı oldu. Daha başka ne yapılabilir soruları dönüyor o taraflarda. Gözüken o ki gelmekte olan ortaklık için daha çok vakit var. Herkesler, bir süre böyle idare edecek. Sokağın sizi çağırıp çağırmadığına ise siz karar vereceksiniz. (FG/HK)
(1) Bülent Diken, İsyan, Devrim, Eleştiri/ Toplum Paradoksu, Metis Yayınları, 2013, s. 149
(2) J. Bove, G. Luneau, Sivil İtaatsizliğe Çağrı, İletişim Yayınları, 2006, s. 147
(3) Bove, Luneau, s. 155
(4) Arrighi, Hopkins,Wallerstein, Sistem Karşıtı Hareketler, Metis Yayınları, 2004, s. 47
(5) Diken, s. 152
* Fotoğraf: Aras Margosyan, 1 Mayıs 2014