Gazeteci Mehmet Baransu’nun tutuklanmasına meslek örgütleri haklı olarak tepki gösterdi. Tutuklanan gazetecinin “gazetecilik” anlayışı çok eleştirildi ama “tutukluluk” halinin sona erdirilmesi istendi. Gazetecilerin yeri “hapishane değildir”. Doğrudur. Gazeteciler tutuklanmamalıdır.
Gazetecilik faaliyetleri nedeniyle suçlanmaları veya gazetecilik olarak değerlendirilmesi gereken eylemlerine “suç kılıfı” giydirilerek suçlanmaları ne kadar hukuka aykırı ise üzerlerine atılı suçların soruşturma ve kovuşturmasında tutuklu yargılanmaları da o kadar hakkaniyete aykırıdır. Gazeteciler yargılanmaz diye bir ayrıcalık yoktur. Gazetecilerin de böyle bir ayrıcalık talebi yok zaten!
Gazetecilerin, delil olarak gösterilen gazetecilik faaliyetlerinden dolayı suçlandığı yıllar geride kaldı(mı) acaba? Ama geçmişten bakiye kalmış ceza davaları hala sürüyor, yargılanıyorlar ve gazeteciler hala sanıklar! Geçmişte “onlar gazetecilik faaliyetleri nedeniyle tutuklanmadılar” sözlerine en çok onlar muhatap oldular. Tutukluluk halleri üzerinden politika yapılanlar onlardır! Bir kısım gazeteciler, hükümet mensupları gibi, savcılar gibi aynı görüşü geçmişte çok sık tekrarladılar. Dün onların yargılanmalarına, özel yetkili savcılar ve mahkemelerden önce haklarında mahkûmiyet kararı verilmesi için çaba gösterenlere ve hükümetle “aynı yollarda” beraber yürüyen bir kısım gazetecilerin köşe yazılarına yanıt vermek için tutukluluk hallerinin sona ermesini bekleyen gazetecilerdir en iyi “basın özgürlüğü” ile “tutuklu gazetecinin ne demek olduğunu bilenler!
Tutuklanan gazeteci Mehmet Baransu’nun tutukluluk halini, gazetecilerin haber kaynaklarının gizliliğini ve gazetecinin tutuklanmasının ne olduğunu; en iyi tutukluluk hali yıllar süren gazeteciler bilir… İçeride olan hakkında yazı yazarken kılı kırk yarmak gerekir. Dört duvar bilir çekilen acıları!
Gazetecilerin tutuklanması, basın özgürlüğü adına endişe vericidir.
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Thomas Hammarberg’in 27 - 29 Nisan 2011 tarihleri arasında Türkiye’yi ziyaretini müteakiben hazırladığı Türkiye’de İfade Özgürlüğü Ve Medya Özgürlüğü hakkındaki Rapora yeniden bakalım(Strasbourg, 12 Temmuz 2011.CommDH (2011)25).
Komiser, 2011 yılında Ahmet Şık’ın tutuklanmasıyla ilgili olarak, “İmamın Ordusu” adlı yayınlanmamış kitabının kopyalarına el konup kitabın imhası amacıyla Şık’ın evine, avukatlarının bürolarına, Ithaki yayınevine ve Radikal gazetesine baskınlar yapılmasını ve verilen bir mahkeme kararında eğer kitap taslakları teslim edilmezse bir suç teşkil edeceği ve ayrıca bu durumun, suç örgütüne yardım etme suçu oluşturduğunun belirtilmesini kaygı verici bulmuştu. Savcı ve mahkemelerin, ifade özgürlüğü üzerinde önemli bir caydırıcı etki oluşturan, henüz basılmamış bir kitaba el koyma kararından derin kaygı duyduğunu belirtmişti. Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın avukatlarının verdiği bilgiye göre, polisin ve yetkili savcının yaptığı soruşturmanın, münhasıran Nedim Şener ve Ahmet Şık’ın gazetecilik faaliyetleri ve haber kaynaklarıyla ilgili olmasından büyük endişe duyduğunu da raporuna yazmıştı.
Kitabı bombaya benzeten Başbakana nispet ANGA sokaklarda basın özgürlüğü için yürüdü…
Tarih 14.04.2011… Hatırlıyorsunuzdur mutlaka… Avrupa Parlamentosunda konuşma yapan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, gazeteci Ahmet Şık'ın tutuklanması ve yayınlanmamış kitabına el konulması hakkındaki soruyu yanıtlarken Başbakan bomba/kitap örneği vererek şunları söylemişti:
“Az önce sorduğunuz kitapla ilgili, bu kitapları toplatan ben değilim. Bu basılmamış kitapla ilgili bu tutuklanan medya mensuplarının belge, bilgileri değimiz olay var ya, işte bu belge ve bilgiler ardından neyin geldiğini gösteriyor ki yargı, yürütmeye 'burada şöyle bir hazırlık var, hemen siz bu hazırlığın üzerine gidin' diyor ve o hazırlığın üzerine gidildiğinde ortaya bu çıkıyor. Bombayı kullanmak suçtur ama bombanın hazırlanmasındaki malzemeleri kullanmak da suçtur. Diyelim ki bir yerde bombanın kullanılmasında ne varsa, fitilinden ta diğer maddelerine varıncaya kadar ne varsa bunun ihbarı gelmişse, güvenlik güçleri gidip bunları toplamaz mı, almaz mı? Çünkü bu da bir suç teşkil etmektedir. Gider onları alır. Burada da eğer daha önce gelmiş belgeler ve bilgiler içerisinde bu tür hazırlıkların olduğu varsa, yargı da bununla ilgili kararını vermiştir ve güvenlik güçlerimizden 'şu adreste böyle bir hazırlık vardır, gidin bu hazırlığı alın gelin' demiştir. Bu hazırlık daha sonra internet sitelerine kitap olarak adeta girmiştir ve internet sitelerinde de bunun içinde neler olduğu ortadadır. Bu gerçekleri herhalde görmek isabetli olacaktır diye düşünüyorum. Bu, yürütmenin yapmış olduğu bir eylem değil, yargının almış olduğu bir karardır.”demişti… Sözlerinin bu bölümü şöyle bitiyordu: “Burada şunu söylemek zorundayım, hep işimize geldiğinde bağımsız yargıdan bahsediyoruz, bağımsız yargıyı her yerde savunuyoruz ama Türkiye'ye gelince, Türkiye'de bağımsız yargı istemiyorsunuz. Ya? Yürütmeye bağımlı bir yargı istiyorsunuz. Kusura bakmayın yürütmeye bağımlı bir yargı yok. Bağımsız bir yargı var, bağımsız yargı da görevini yerine getiriyor. Olayın aslı budur.''
“Bağımsız bir yargı var, bağımsız yargı da görevini yerine getiriyor''! Ne dersiniz öyle mi? Gazetecinin tutuklanmasını böyle izah edebilir miyiz?
Ahmet ve Nedim’in gazeteci arkadaşları (ANGA) iyi ki vardılar. Hala varlar! İnadına gazeteciliklerini sürdürüyorlar. O yıllarda Hükümete karşı tavır aldılar. Asıl dertleri basın özgürlüğüydü! Gazetecilerin tutuklanmasını protesto ettiler. Gazetecilerin tutukluluk halinin sona ermesini istediler… Gazeteciler, gazeteci “arkadaşları” için sokaklarda gazetecilerle birlikte yürüdüler. Buna karşılık Başbakan Avrupa Parlamentosunun tam ortasında kitabı bombaya benzetiyordu. Bir kısım gazeteciler o yıllarda Başbakan’ı dinliyordu ama gazeteciler; tutuklu gazetecilerin salıverilmesi için sokaklarda yürüyordu…
Acaba bu gün gazeteciler “tutuklama” nedeniyle basın özgürlüğünün engellenmiş olmasına karşı çıkmak ve protesto etmek için ve “arkadaşları” için, sokaklarda yürür mü?
Savcının sadece soruşturma başlatması bile basın özgürlüğünün ihlalidir.
Hammarberg Raporunda; ifade özgürlüğünün ve medya özgürlüğünün demokratik toplumlarda hayati bir role sahip olduğu, “…mahkemelerin vereceği nihai karar ne olursa olsun, bir savcının sadece bir soruşturma başlatma ihtimalinin bile ifade özgürlüğünü kullanmakta caydırıcı rol oynayabildiği bir durum ortaya çıkmaktadır” görüşü yer almıştı. Soruşturmalar, davalar ve tutuklamaların ifade özgürlüğüne karşı sürekli ve ciddi bir tehdit oluşturmaya devam etmesi endişe kaynağı olarak görülüyordu. Raporda “Son zamanlarda gazetecilerin dalgalar halinde tutuklanması da, bu riskin ne kadar gerçek bir risk olduğunu özellikle vurgular niteliktedir,” deniyordu.
Ahmet Şık/Türkiye ve Nedim Şener/Türkiye (Başvuru no: 38270/11. 8.7.2014) kararındaki AİHM görüşüne göre “Mahkeme başvurucuya yöneltilmiş olan ceza yargılaması çerçevesinde uygulanan tutuklama tedbirinin Sözleşme’nin 10. maddesi ile güvence altına alınmış olan ifade özgürlüğü hakkını kullanmasına yönelik gerçek ve etkili bir “müdahale” olduğunu ve bunun safi varsayımsal bir risk olduğunun ileri sürülemeyeceğini ortaya koymuştur.”
AİHM’si gazetecinin tutuklanmasını, hakkındaki soruşturmayı ve uzun tutukluluk halini başvurucu gazeteciye karşı “yöneltilen tedbirlerin doğası ve ağırlığını dikkate alarak” koşullarne olursa olsun bu tedbirlerin AİHS’nin 10. maddesinde öngörülmüş olan meşru amaçlarla ölçülü olmayan bir müdahale niteliğinde görmektedir. Dahası; AİHM’si tutuklama gibi “...bu tür bir özgürlükten yoksun kılma tedbirinin uygulanmasının başvurucu ve diğer araştırmacı gazetecilerin üzerinde araştırmalarını yaparken ve devlet organlarının tutum ve davranışlarına yönelik haber yaparken bir otosansür etkisi yaratmaya elverişli olduğunu eklemektedir.”
Gazetecinin tutuklanması ifade ve basın özgürlüğüne etkili bir müdahaledir, “varsayımsal bir risk” değildir. Aksine, gazeteci için tutuklama; somut, etkili ve gerçek bir risktir.
Geçmiş yıllarda özel yetkili ve görevli savcılıkların ve mahkemelerin sık uyguladığı bu “risk” ciddi bir tehditti. 2015 yılında ileri demokrasi rejiminde bu risk hala devam etmektedir.
Yazmıştık…
Ama bir kere daha yazalım (22 Aralık 2014 Bianet)… Tekrarın tekrarı olsun…
Gazetecilerin meslektaşlarını koruma alışkanlıklarını yitirmesinin nedenleri nelerdir? Dün gazetecileri suçlu sayarak, yargılamaları başlamadan önce ve iddianameleri bile yazılmadan gazete sayfalarında, ekranlarda mahkemeler kurarak onları peşinen mahkûm eden zihniyetin yaptığı baskılar ve yarattığı riskler; devletin sadece basın özgürlüğünü ihlal etmesi midir?
Gazeteciler neden kendi meslektaşlarının gözünü oyarak ve onların üstüne basarak gazetecilik yapmayı seçti? Bu memlekette gazeteciler için her zaman iddianame yazacak çok sayıda savcılar olduğu halde; neden gazeteciler kendi meslektaşları için savcılarla yarışırcasına iddianameler yazmayı gazetecilik saydılar? Neden daha iddianameleri bile yazılmadan, yargılanmaları dahi başlamadan cezaevinde bulunan tutuklu gazeteciler için çok daha ağır ve onların siyasal görüşlerinin de suçlandığı daha vahim iddianame yazmayı gazetecilik faaliyeti sayanlar çoğaldı? Gazeteciler halkın gözü kulağı ve sesi değil midir?
Yargının işleyişindeki haksızlıklara karşı çıkılan, yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığının sağlanması için halkın haberdar edildiği, adaletin yok edilmesine göz yumulmayan, bağımsızlık ve tarafsızlıktan vazgeçilmemesi için yapılan haberler acaba neden azaldı? Yargının böylece işlemesi, bağımsızlık ve tarafsızlık yerine bağımlılık ve tarafgirlik hakkındaki haberler kimlerin işine yaradı?
Bu gün basın özgürlüğü ile yüzleşmenin ve halkın gerçekleri öğrenme hakkının sağlanmasının tam zamanıdır.
Gazeteciler olarak acaba basın özgürlüğünün “tutuklama ve gazetecilik” başlıklı dersin yapılmakta olan bugünkü sınavından “geçer” not alarak sınıfı geçebilecek miyiz? (Fİ/HK)