Dersimde bulunmuşken baharın gelişini yazmak hiç de kötü olmazdı. İki hafta süresince Dersim'de önemli izlenimler edindim. Yasak askeri bölgelerin yanı sıra Valiliğin keyfi olarak bazı köy yollarını güvenlik bahanesiyle kapatması yeni bir gelişmeydi. Doğup büyüdüğüm köy olan Paxe Haviğ, yolu kapatılan köylerden biri. Bunları sizlerle paylaşmak isterdim. Ancak İstanbul'a döndükten sonra fikrimi değiştirip yeniden yaşadığımız bu kanlı süreci bir başka açıdan ele almayı doğru buldum.
Aydınların, akademisyen, gazeteci ve sanatçıların hedef olduğu ve yeniden tutuklandığı bir kaotik süreçteyiz. Barış istediklerinden akademisyen arkadaşlarımız tutuklu. Gazeteci Can Dündar ve Erdem Gül, gizlice yargılanacak ve belki de yeniden tutuklanacaklar. Barış isteyen herkes başta Saray olmak üzere mevcut iktidarın hedefinde. Başkanlık için ülkeyi savaş arenası haline dönüştüren kişi, oturduğu "kaçak Saray"ında tehditlerini savurmaya devam ediyor. O tehdit ettikçe ölümlerin sayısı artıyor, kin ve intikam duygularıyla hareket edenler çoğalıyor.
Bütün bu olan bitenin dayandığı tarihsel gerçeklere dönüp bakmak gerekiyor. Barışın yargılandığı, mahkum edilmeye çalışıldığı, katledildiği yerde, insan türü için güvenli bir toplumsal ilişki yaratmak da mümkün görünmüyor.
Savaşın aksine barış, çift taraflıdır
Adaletin yargıya yön verişinde dayandığı en önemli unsur barıştır, barışın zemini üzerinde yükselen güvendir. Güvenin bittiği bir yerde kuşkulu adalet her zaman güvenilir olmayan bir yargıyla sonuçlanmıştır. Böylesi bir yargı toplum vicdanında yer bulamaz ve mahkum olması kaçınılmazdır. Ülkemizin tarihi bu tür acımasızlıklar ve yargısız infazların sonuçlarıyla dolu ne yazık ki.
Hüküm verenlerin vicdanı üzerinde "Demokles’in kılıcı" gibi sallanan statü ve yasalar var oldukça özgür bir irade beyanı, özgür bir hüküm, bağımsız bir yargı ve adaletin ikamesi zor olabiliyor. Mevcut iktidarın ve Saray'ın şekillendirmeye çalıştığı suç ve ceza algısı, engizisyon mahkemelerinin akıl mirası üzerine şekilleniyor artık. Barış istemlerini, önermeleri, düşünceleri yargılamaya başlayan bir Ortaçağ yargı zihniyetiyle karşı karşıyayız. Savaş bir suçtur; fiili, maddi ve hissi delillerle ispatlıdır bugün. Savaş suçunu işleyenler, suçlarını gizlemek adına barış isteyenleri yargılayarak kendi karanlığını gizlemeye çalışıyor.
Savaşı tek taraflı ilan ve sürdürme imkânınız var, ama barışı tek taraflı ikame etmeniz mümkün değil. Bu nedenle tek taraflı olarak barışı talep etmek asla suç değildir. Barış ancak iki tarafla olur. İki tarafın sözleşmesiyle, iki tarafın temsil ettiği unsurların kabulüyle olur. Bu durumda meşruiyetin en geniş ve en sağlam düzeyine varılmış olunur. Barış asla yasa, suç ve ceza kapsamında mütalaa edilemez. Bu yüzden barış talebini, çağrısını yargılamak hukuki olmadığı gibi suçtur. Barışı yargılayacak bir yasa tarihin hiçbir döneminde olmamıştır, olmayacaktır. Barışa verilebilecek tek şey insanlık adına ödüldür.
Barış ve ülkemiz
Barışı bulamamış bir akıl, savaşlara iltica etmeye mahkûmdur. Mevcut AKP iktidarı, bir akıl tutulması içinde bugün bu derin mahkumiyeti yaşamaktadır.
Koçgiri Katliamı'na neden olan, bir ulusun en doğal hakkı olan kendi kaderini belirleme talebiydi. Bunu Ermeniler de Kürtler de dile getirmişti. Üstelik tamamen barışçıl yöntemlerle. Koçgiri kanla bastırıldı. Diyaloğu bilmeyen, hak talebindeki adaleti içine sindiremeyenler, ulusal örgütlenişlerinin özgürlüğü için tarihlerinin ilk adımını atarken kendileri gibi özgürlük talebinde bulunan bin yıllık kardeşlerinin kanına girmekten çekinmemişlerdir.
Cumhuriyet kimlik arayışında olan tüm siyasal iktidarlar gibi kimliksizdi. Avrupa’da yükselen ırkçılık, faşizm ve daha sonra Nazi etkileri altında, akıl zorlaması ırkçı, milliyetçi söylem ve önlemlere yöneliyordu. Tarih tezleri, Güneş Dil teorileri, Anadolu’nun tarihi mozaik dokusuna karşı bir savaş harekâtı olarak tarihe oynama anlamına geliyordu. Hititler'in, Sümerler'in Türkleştirilmesi, Kürtlerin ve diğer etnik dokuların bir kez daha Türkleştirilmesiyle at başı gidiyordu. Lozan’daki azınlık hakları dil ve düşünce basım ve yayın özgürlükleri yok sayılmıştı. Osmanlı Cumhuriyet’te bir yeniden doğuş gerçekleştiriyordu; tek millet, tek bayrak, tek dil, tek ırk, tekleyerek gidiyordu.
Bu gidişin ilginç bir kesişmesi Cumhuriyet’teki Osmanlı’nın ilk atakları da burada ortaya çıkıyordu; 1937- 38 yıllarında Dersim’de, yediden yetmişe on binlerce insanın barbarca kıyımdan geçirilmesi yine bu dönemin ürünü olarak bu tabloyu ifade ediyordu. Kürtler, makus kaderlerinin akıbetine bir kez daha uğruyorlardı. Bin yıllık kardeşlik, birimizin diğeri üzerinde sürdürdüğü kanlı kıyımla elde edilen hak gaspı anlamına geliyordu. Savaş yine barışı katletmişti.
Barış ve Kürt sorunu
Kürtlerin varlığını kabul etmenin bir kelimenin sözlükte yer alması ya da yazımlarda kullanılması demek olmayacağı her akıllı insan için geçerli bir algıdır. "Ülkemizin temel sorunu Kürt sorunudur" derken oluşturduğumuz belirleme, aynı zamanda bir topluluk olan Kürtlerin kolektif haklarıyla ilgili bir belirlemedir.
Kürtlerin kolektif kimlikleri kendilerine özgü ana dilleri ve kimlikleri olan halk olmalarından, halkı oluşturan tüm değerlerin var olmasından kaynaklanmaktadır. Bu varoluş, tüm varoluşlar gibi, varlığının yok edilmesine, varoluşunun doğal, kaçınılmaz kendini ifade etme biçimlerinin ikamesine karşı yapılacak her saldırıya karşı bir refleks oluşturacağı anlamına gelir. Son 200 yıllık Kürt çığlığını anlamak için, bugün ve yarını savaşsız bir düzlemde sorunların çözümüne yararlı olabilecek önermeler için bu gerçeği öncelikle kavramamız gerektiğini belirtmek gerekir. Var olan bir gerçekliği yok etmenin mümkünü yoktur, yok olanı ise ikame etmenin mümkünü olamaz. Kürt gerçeği varsa bunun ifadesi olan kolektif kimliği ve hakları var demektir. Olay bu ölçüde basit bir algıyla kavranabilir.
Kürt halkı bir gerçektir, bu gerçekliğin kendi varlığını korumak için savaş değil, barışa ihtiyacı vardır. Savaş, hiçbir varlık için güvence değildir. Bin yıllık ortak bir ülkede süren yaşamın gerçek kardeşliği, ulusal hakların ikircimsizce verilmesini gerekli kılar.
Yerin dibine doğru serüveni
Bitirirken, iktidara şöyle seslenebilirim: Tarihin en karanlık çağlarında, toplu kıyımların hiçe sayıldığı bir kesitte asimile edemediğiniz bir halkı, iletişim çağının en doruklarında yeryüzünün tüm silahlı kuvvetlerini toplasanız da yok edemeyeceğinizi anlamadıkça bu serüven, bu kan akışı, bu değer kaybını durdurmanın mümkünü olamaz.
Hitler örneği artık bir slogandan, kaba propagandadan sayılamaz; mukayese edilmeyi hak eden onca şey deneniyor. Bodrum katlarında yakmaya kadar faşizmin hakkı verilebilir ve halihazırda toplumun bir kesimi de tıpkı Hitler gibi etki altına alınıp Kürtler şahsında ortalama demokrasiyle de mesafesi açılabilir. Gerçek şu ki, o bodrum katları yeryüzüne açılırken, Hitler yenilgisiyle, dün etkisine kapılanlar da utancından yerin dibinde. (FT/HK)