İstanbul Tabip Odası (İTO) yazılı ve görsel medyanın genel olarak İstanbul’da üslenmiş olması nedeniyle DİSK, KESK ve TMMOB ile birlikte demokrasi, barış ve insan hakları alanında yürüttüğü mücadelede TTB’yi de temsil ederdi.
Savaşı her zaman evrensel hekimlik ilkeleri içinde bir halk sağlığı sorunu olarak değerlendiren İstanbul Tabip Odası’nın başkanlığını yaptığım 2000’li yılların başlarında, bir taraftan PKK ile çatışmalar yaygınlaşmaya başlamış, bir taraftan da ABD’nin Irak’a yönelik hazırlamakta olduğu askerî müdahaleye Türkiye’yi fiilen ortak etme çabaları yoğunluk kazanmıştı.
O günlerde, aralarında bugün “yetmez ama evetçi” diye yaftalananların da yer aldığı arkadaşlarla birlikte bir platform şeklinde örgütlediğimiz “Barış Girişimi” öne çıkan bir inisiyatif haline gelmişti. Diğer sivil toplum örgütleriyle birlikte başlattığımız “Irak’ta Savaşa Hayır” kampanyası sırasında, AKP dahil, Meclis’te temsil edilen bütün siyasi partilerle görüşmeler yapmış, 2002 Aralık ve 2003 Ocak aylarında DİSK, KESK, TTB ve TMMOB’den oluşan “Emek Platformu” yanında, İHD, MAZLUMDER, Yazarlar Sendikası gibi sayıları yüz elliye varan sivil toplum örgütleriyle birlikte geniş katılımlı mitingler düzenlemiştik.
Bu yoğun çabalar sonucunda “1 Mart Tezkeresi” adıyla anılan ve ABD’nin kuyruğuna takılarak Irak müdahalesine fiilen katılma önerisi, az bir oy farkıyla TBMM’de reddedilmişti.
Aslında savaşa katılma lehine kullanılan oylar daha fazlaydı ama Anayasa’nın 96. maddesinin öngördüğü salt çoğunluk olan 267 evet oyuna ulaşılamamıştı. Abdullah Gül’ün danışmanı Ahmet Sever’in sonradan yazdığına göre, AKP içinde, başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, Cüneyt Zapsu, Ömer Çelik, Egemen Bağış müdahaleden yana canla başla gayret göstermişti. “Hayır” oyu kullananlar arasında ise Bülent Arınç, Beşir Atalay, Mehmet Aydın, Ertuğrul Yalçınbayır, Zeki Ergezen, Azmi Ateş, Kemalettin Göktaş gibi tanınmış simalar yer almıştı.
Bunlardan Ertuğrul Yalçınbayır barıştan yana bu olumlu tutumunu sonraki yıllarda da kararlılıkla sürdürmüş, demokrasiden ve hukuk devletinden adım adım uzaklaşan AKP’den kopmuştu. Bülent Arınç ise arada bir fazla risk taşımayan ürkek çıkışlarına karşın Erdoğan’ın dümen suyundan çıkamamıştı. Abdullah Gül’ün o günlerden bugüne nerede durduğu ise bir muamma.
O zamanlar ben ve benim gibi, bir zamanlar taşıdıkları “Sosyal Devrim” umutlarını şimdilik, hukuk devleti sınırları içinde, demokrasi, barış, insan haklarına saygılı bir “ekolojik devrim”e tahvil edenleri, bu ilk başarı (ki şimdiki halde son gibi görünüyor) hayli yüreklendirmişti.
Bu rüzgârı arkamıza alarak, en az yüz yıllık geçmişi olan Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda dünya örneklerinin ışığında çözüm önerileri geliştirmek ve çatışmalara son vermek için neler yapılabileceğini tartışmaya başlamıştık.
O dönemde bu sorunun demokratik ve barışçıl yoldan çözümünden yana görünen, iktidara nispeten yakın bazı gazeteci, akademisyen ve politikacılarla yaptığımız görüşmelerden silahlar susmadan, hatta silahlı PKK militanları sınır dışına çıkmadan, iktidarın hiçbir adım atmaya niyetli olmadığı anlaşılıyordu.
Kürt siyasi hareketini temsil eden ve hem Kandil’in hem de İmralı’nın nabzını tutan çevrelerden gelen bilgiler PKK’nin tek taraflı ateşkese hazır olduğu, gelişmelere göre bunun kalıcı hale gelebileceği izlenimini veriyordu.
Barış Girişimi olarak, değişik siyasi görüşlere mensup barış yanlısı aktivistler ve bazı sivil toplum temsilcileriyle birlikte günler süren görüşmeler sonunda, iktidara ve PKK’ye seslenen aşağıdaki kısa mutabakat metnini hazırlayıp, sağ ve soldan az çok tanınırlığı olan kişilerin imzasına açmış ve kısa zamanda yüz elli imza toplamıştık.
Biz aşağıda imzası bulunanlar; Son günlerde yoğunlaşan çatışma ortamından derin kaygı duyuyoruz. Sadece geçen ay 50'ye yakın insanımızı kaybettik. 15 yıl süren ve 30 bini aşkın insanımızın yaşamının kaybına yol açan, taraflarca "düşük yoğunluklu çatışma" veya "kirli savaş" olarak adlandırılan dönemin acıları milyonlarca insanımızı derinden yaraladı. Artık insanlarımız ölmesin, barış içinde ve adil bir yaşam sürelim. PKK'nin silahlı eylemlere derhal ve önkoşulsuz son vermesini istiyoruz. Hükümetin, kalıcı barışın sağlanması ve herkesin demokratik toplumsal hayata katılabilmesi için gerekli yasal düzenlemeleri gerçekleştirmesini talep ediyoruz. |
15 Haziran 2005 günü katılabilen imzacılarla birlikte Taksim Hill Otel’de yüz elli imzalı bildiriyi basına açıkladık. Ancak asıl amacımız, bu açıklamanın taraflarca nasıl değerlendirileceğini gözlemleyip doğrudan başbakanla bir görüşme yapmaktı.
Metni imzalayan yüz elli isim arasında değişik siyasi görüşlere ve eğilimlere sahip Kürt arkadaşlar da vardı. Ancak bu taleplerin esas olarak Türk tarafının görüşü olarak dile getirilmesini, Kürtlerin daha sonra bunu destekleyen bir açıklama yapmalarının daha doğru olacağını düşünüyorduk.
Nitekim kısa bir süre sonra farklı siyasi çevrelerden gelen Kürt arkadaşlar da aynı içerikte, 264 imzalı bir açıklama yaptılar. Görüşme talebimiz konusunda gazeteci Mustafa Karaalioğlu üzerinden gelen haberler olumluydu.
Başbakanlık’ta gerçekleştirilecek görüşmeye kimlerin katılacağı ve hangi konuların öne çıkarılacağını saptamak üzere 8 Ağustos 2005 günü yaptığımız toplantıda, görüşme heyeti olarak Nuray Mert, Osman Kavala, Tayfun Mater, Hakan Tahmaz ve benim isimlerimizin bildirilmesine ve sözcülük görevini benim yerine getirmeme karar verildi.
Hazırlık toplantısına bildiriye imza koyan yüz elli kişinin tamamı katılamadığı için heyetin, imzacılar adına konuşurken bildiri metninin sınırları dışına mümkün olduğu kadar çıkmamasına özen gösterilecek ve sözcü olarak sunumumdan sonra, duruma göre, heyete katılan diğer arkadaşlar da kişisel görüşlerini dile getirebileceklerdi.
İsim listesini bildirmemiz üzerine, Başbakanlık’tan gelen yanıtta, görüşmenin daha geniş bir heyete göre planlandığı ileri sürülerek, yüz elli imzacı arasında bizim saptadığımız beş kişi yanında, Ahmet Hakan Coşkun, Ali Bayramoğlu, Adalet Ağaoğlu, Yılmaz Ensaroğlu, Oral Çalışlar, Yücel Sayman ve Mustafa Karaalioğlu’nun isimlerinin de heyete eklenmesi istenmişti.
10 Ağustos 2005 günü Ankara’daki Başbakanlığın önünde çok geniş bir medya topluluğuyla karşılaşınca hepimiz biraz şaşırmış ve iktidarın toplantıyı en az bizim kadar önemsediğine kanaat getirmiştik.
Toplantı odasındaki uzun masanın başında Başbakan Erdoğan olmak üzere, bir tarafında bizler, bir tarafında da Abdullah Gül, Beşir Atalay, Mehdi Eker, Mehmet Elkatmış, Ömer Dinçer, Hüseyin Besli, İlhan Arslan ve Egemen Bağış’tan oluşan hükümet heyeti yer alıyordu.
Bana sözcü olarak başbakanın hemen sağ yanındaki koltuk ayrılmıştı. Sağımda sırasıyla, kısa bir süre önce aramızdan ayrılan sevgili Adalet Ağaoğlu, yanında Ali Bayramoğlu, Ahmet Hakan, şu satırları yazdığım sıralarda cezaevindeki 1295. gününü tamamlayan dostum Osman Kavala, Nuray Mert ve diğerleri yer alıyordu.
Ayrıntıları hatırlamıyorum ama başbakanın “birlik, beraberlik” temalı “hoş geldiniz” konuşmasından sonra, benim önce kısa metnimizi okuduğumu ve arkasından, biraz da kendimi zorlayıp, yaş farkı ve hocalık kimliğimi öne çıkararak konuştuğumu hatırlıyorum.
Tabii öyle ders verir gibi değil. Sadece diplomatik devlet diline mümkün olduğu kadar başvurmadan konuşmuştum. Uzun yıllardan beri devam eden çatışmaların acı bilançosunu, Cumhuriyet’in kuruluşundan beri izlenen siyasetin bu meseleyi çözmekte yetersiz kaldığını, gelmiş geçmiş hiçbir iktidarın demokratik ve barışçıl bir çözüm yoluna başvurma cesaretini gösteremediğini, Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananların PKK’yı güçlendirdiğini anlatırken, Başbakan Erdoğan’ın yüzündeki donuk ifade hiç değişmemişti.
Konuşmamın son bölümünde önerilerimizi sıralarken, yakında Diyarbakır’a yapacağı ziyaret sırasında bölge halkına sıcak mesajlar vermenin, mümkünse bunu belediyeyi ziyareti sırasında yapmanın önemine vurgu yaptığımı, arkasından da şöyle bir cümle kurduğumu anımsıyorum:
“Sayın başbakan, bundan kırk sene önce bir üniversitemizde ‘Kürdoloji Enstitüsü’ kurulmuş olsaydı, tek başına bu bile Kürt meselesinde bizi farklı bir noktaya getirebilirdi”.
Hatırladığım başka bir öneride ise, seçim sistemindeki yüzde 10’luk barajın, en azından makul seviyeye düşürülmesinin, şiddetten uzak demokratik Kürt siyasetine güç kazandıracağı üzerinde durmuştum.
Benim konuşmamdan sonra Erdoğan’ın söyledikleri içinde, o sırada bana en anlamlı geleni, “Kürt realitesini kabul ediyoruz”, “Biz bu meseleyi biliyoruz ve sahipleniyoruz”, “Kürt sorunu benim de sorunumdur”, “Bu sorunu demokrasiden ödün vermeden çözebiliriz” mealinde, bir tür taahhüt ifade eden sözleriydi.
Önerdiğim her konuda, berraklıktan uzak da olsa, olumsuzluk içermeyen yanıtlar verdi. Hatta Kürdoloji Enstitüsü konusunda, “O bizim işimiz değil, YÖK’ün işi” gibi, olumlu irade beyan eden ve zımnen YÖK’ü göreve davet eden bir cümle kurdu ama seçim barajı konusunda söylediklerimle ilgili hiçbir şey söylemedi.
Bunun arkasından, yanlış hatırlamıyorsam ilk söz alan Adalet Ağaoğlu, şiddet eylemlerinin, çatışmaların durmasını, ölümlerin son bulmasını temenni eden bir girişten sonra, Cahit Sıtkı Tarancı’nın ünlü “Memleket İsterim” şiirini okudu.
Daha önceden konuşup karar vermiş miydik, şimdi hatırlamıyorum ama Adalet Hanım’ın, konuşmalarında sık sık şiir okuma alışkanlığı olan ve bu yüzden hapis yatan Erdoğan’a, tam da amaca uygun bir şiirle hitap etmesi çok isabetli olmuştu.
Memleket isterim Gök mavi, dal yeşil, tarla sarı olsun; Kuşların çiçeklerin diyarı olsun. Memleket isterim Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun; Kardeş kavgasına bir nihayet olsun. Memleket isterim Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun; Kış günü herkesin evi barkı olsun. Memleket isterim Yaşamak, sevmek gibi gönülden olsun; Olursa bir şikâyet ölümden olsun. |
Yaklaşık 3,5 saat süren görüşmenin bitiminde, Başbakanlığın önünde etrafımızı saran gazetecilerin sorularını ayaküstü yanıtlarken, benim özellikle Erdoğan’ın Kürt realitesini kabul ettiğini ve sorunu sahiplendiğini vurgulamam üzerine, bir gazetecinin, “Peki siz verilen bu söze güveniyor musunuz, ya da başbakanın sözünde duracağına kefil oluyor musunuz?” anlamına gelen sorusu karşısında hayli zorlandığımı hiç unutmuyorum.
Bir süre durakladıktan sonra bu soruyu şöyle yanıtlamıştım: “Sonuç olarak bakanların ve bizlerin huzurunda bunları söyleyen, bu ülkenin başbakanıdır, elbette güvenmek durumundayız.”
O sırada yanımda kimler vardı hatırlamıyorum ama bu yanıtımın onlar tarafından da onaylandığını hatırlıyorum. Soruyu soran gazeteci bu yanıtla yetinmemiş, daha da üsteleyerek, “Peki siz şahsen bu söze kefil oluyor musunuz?” diye sormuş, ben de, “Yanılma olasılığının yüksekliğine rağmen kefil olmak istiyorum” gibi kısmen kaçamak bir yanıt vermiştim.
10 Ağustos görüşmesinin yankıları devam ederken eylül ortalarında Hakkâri bölgesine 250.000 kişilik bir asker sevkiyatı yapılacağı haberleri geldi. PKK’nin önkoşulsuz ama sınırlı ateşkes uygulamaları operasyonları azaltmıyor, sanki aksine artırıyordu.
Kasım ayı başında Şemdinli’de Umut Kitabevi’ne yönelik bombalı saldırı olayı yaşanmış fakat benzerlerinden farklı olarak bir kişinin ölümüne yol açan saldırının failleri bu kez halk tarafından suçüstü yakalanıp güvenlik güçlerine teslim edilmişti.
Yakalananlardan biri orduda görevli Ali Kaya adlı bir uzman çavuş, öteki de bir itirafçıydı. Olay medyada geniş şekilde yankılanırken Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt bir gazetecinin sorusu üzerine, uzman çavuş Ali Kaya için “Tanırım, iyi çocuktur” ifadesini kullanmıştı.
Olay Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya tarafından soruşturulurken, Başbakan Erdoğan bölgeye yaptığı ziyaret sırasında, “Ucu nereye kadar uzanırsa uzansın, sonuna kadar gideceğiz,” demişti.
Başbakanın bu ifadesinden de cesaret alan Van savcısı Sarıkaya, soruşturmayı Yaşar Büyükanıt’a kadar uzatarak onu da davaya dahil etmek amacıyla Genelkurmay’a yazı yazmış, bir süre sonra da görevden alınmıştı.
31 Temmuz 2006’da Genelkurmay Başkanlığı’na atanan Büyükanıt’ın Başbakan Erdoğan’la yaptığı sır görüşmenin mahiyeti ise öğrenilememişti.
Bu gelişmeler üzerine yüz elli imzalı barış çağrısı yapan bildirinin ve 10 Ağustos görüşmesinin hazırlayıcıları olarak, bölgeye gidip, olan biteni yakından izleme ve tanıklarla görüşme kararı almıştık.
Aralık ayında CNN’den Ahmet Hakan’ın da yer aldığı gazetecilerin, TV muhabirlerinin, avukatların, insan hakları savunucularının, akademisyenlerin bulunduğu yaklaşık otuz kişilik bir grup oluşturarak bölgeyi ziyaret ettik.
Bu ziyareti düzenleme nedenlerini ve edindiğimiz izlenimleri o dönemde BirGün’deki köşemde yazmıştım. 1 - 2 - 3 Bu yazılarda, bir taraftan Kürt sorununun tartışmaya açılmasına zemin hazırlayan ama öte taraftan da dolaylı olarak bölgedeki baskıların yoğunlaşmasına yol açan gelişmeleri ve bölgedeki ruh halini özetlemeye çalışmıştım. (GG/APK/KÖ)
* "Barış Girişimi” ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la ilk görüşme başlıklı bu yazı Gençay Gürsoy'un İletişim Yayınları'ndan yeni çıkan Bir Hayat Üç Dönem kitabının 428-433 sayfalarında yer alıyor.