28 Nisan gecesi, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en donanımlı “Marksist aydın”ı ve benim 40 küsur yıllık dostum Nail Satlıgan aramızdan ayrıldı. Beyaz Rus bir anne ve Tatar bir babanın tek çocuğu olarak 1950’de Çin’in Harbin kentinde dünyaya gelmiş, Nail bir yaşındayken aile İstanbul’a göçmüştü. Babası yıllar önce öldü, annesi “yüz küsur” yaşında ve hayatta.
Nail 1968-72 arasında Robert Kolej Kamu İdaresi bölümünü bitirmiş, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Umumi İktisat ve İktisadi Doktrinler Tarihi Kürsüsüne asistan olarak girmişti. İngilizce, Almanca, Rusça ve İtalyanca bilirdi. Marksist klasiklere ve güncel literatüre tam anlamıyla vakıftı. Olağanüstü bir belleğe, sağlam bir muhakeme ve hitabet yeteneğine sahipti. Marksist iktisadın en karmaşık konularından, dünya ve Türkiye siyasetinin en güncel konularına kadar, geniş anlamıyla siyasetin her alanında söyleyecek sözü vardı.
Sosyalizm ve siyasi tarih alanında aklınıza takılan ya da anımsamadığınız herhangi bir şeyi Nail’e sorduğunuzda mutlaka doğru yanıtı alırdınız. O anımsamıyorsa, o konuda tarihe not düşülmediğinden emin olabilirdiniz. Sadece bu kadar da değil, belleğinde bunca yükü taşıyan Nail, arkadaş çevresinde, siyaset dünyasında olup biten hemen her şeyden haberdar olur, ilişkileri, sevimli dedikoduları ve popüler kültür faaliyetlerini yakından izlerdi.
Şimdi düşünüyorum da galiba ilgi duymadığı, belki de vakit ayıramadığı tek alan sanat, edebiyat , sinema ve tiyatroydu. Nail’i bir sinemada ya da tiyatroda gördüğümü hiç anımsamıyorum. Elinde bir roman ya da şiir kitabı taşıdığını da. Bunun yanında, yakın dostu ve çocukluk arkadaşı Ahmet Tonak’ın söylediğine göre Nail, basketbol ve futbola karşı özel bir ilgi duyardı ve yine Ahmet’in ifadesiyle “hasta bir Galatasaraylı” idi.
Onu ne zaman tanıdığımı tam olarak anımsamıyorum. Bana sanki çocukluğundan beri tanıyormuşum gibi geliyor ama 1950 doğumlu olduğuna göre, herhalde 17-18 yaşlarında girdiği Türkiye İşçi Partisi’nden (Birinci TİP) anımsıyor olmalıyım. Daha sonra, yani 1970’li yılların ortalarında Üniversite Asistanları Derneği (TÜMAS) zamanında onu yakından tanıdım.
Bir süre, kurucu başkanlığını yaptığım TÜMAS, dönemin ruhunu yansıtan bir sol siyaset arenasıydı. Mao’cu, Sovyetçi, Mihri’ci , Doktorcu (Hikmet Kıvılcımlı yandaşı) ve o zamanlar reklamları yapılan ünlü bir boya markasından mülhem ÇBS (Çizgisi Belirsiz Sosyalist) diye adlandırılan bağımsız takılanlar, kısaca her sol siyaset dernek içindeydi. Yönetim kurulu karma bir kadroydu ama ana muhalefeti Mao’cular temsil ederdi. Yönetim kurulu toplantıları, konuşma ve oy kullanma hakkına sahip olarak bütün üyelere açık şekilde yapılırdı ve son derece demokratikti ama bitmez tükenmez tartışmalarla hepimizi bitap düşürürdü.
Nail’le aramızda hepi topu 11 yaş fark var ama malum, gençken bu fark önemli bir farktır. O yıllarda yaşını göstermeyen, hafif köse sakalı ve alabildiğine güzel Uzak Asya çehresiyle Nail’e bakarken, “böyle bir oğlum olsaydı” diye düşündüğüm çok olmuştur. Fakat konuşmaya başlar başlamaz, her şeyden önce o dolgun sesiyle, noktası, virgülü, fiili, faili ve tonlaması yerli yerinde cümleleri birbiri ardı sıra dizdikçe, kronolojik yaşı hızla yükselir, olağanüstü belleği ve siyasi kültürü ile çoğu zaman yaşı sizinkini sollayıp geçerdi.
Düzgün Türkçe kullanma konusundaki titizliğime karşın, yıllar önce bir dil yanlışımı büyük bir zarafetle düzeltmesini dün gibi anımsarım. Konu neydi bilmiyorum, Nail her zamanki oturaklı cümleleriyle bir tartışmayı özetliyordu. Ben yarı şaka, “Nail biraz mütevazi olamaz mıydın?” gibi bir şey söylemiştim. Yanıma yaklaştı, başkalarına duyurmadan “Abi mütevazi değil mütevazı” dedi.
Yaman bir polemikçiydi ama bunu asla kabalaşmadan, hayli rafine bir ironi üslubuyla yapardı. 1980 askeri darbesini izleyen o kabus dönemde, hemen tamamı solcu ve demokrat nitelikte öğretim üyeleri, 1402 sayılı sıkıyönetim yasası uyarınca, hiç bir gerekçe gösterilmeden, “bir daha kamu görevinde çalıştırılmamak üzere” üniversitelerden uzaklaştırılmıştık. Bu faşist uygulamaya tepki olarak az sayıda öğretim üyesi görevlerinden istifa etti. Nail onlardan biriydi, doktorasını bir yıl önce vermişti ve hiçbir maddi güvencesi yoktu.
Üstün yeteneklerine, bilgi birikimine ve o yıllarda kolay bulunmayan bir özelliğe, üç yabancı dili çok iyi düzeyde konuşup yazma becerisine karşın, Nail para getiren hiç bir işe girmedi. Marksist kitaplar basan düşük bütçeli yayınevlerine çeviriler yaptı, kurucuları arasında yer aldığı “11.Tez”de ve başka sol dergilerde yazılar yazdı, mütevazı bir yaşam düzeyi ile yetindi. 1990’lı yıllarda Özgür Gündem geleneğinde yayınlanan gazetelerde köşe yazarlığı yaptı. Çok iyi dostluklar kurdu, bol bol sigara, orta düzeyde alkol tüketti ve en verimli yıllarını kemiren hastalıklarla boğuştu.
Ölümü üzerine eski dosyaları karıştırırken, onunla birlikte yazıp, birini Mayıs 1986’da 11.Tez’de (Sosyalizm İçin Bir Parti), ötekini Haziran 1986’da Yeni Gündem’de (Sosyalist Parti İçin Bir Daha) yayımladığımız iki yazı buldum. Askeri darbenin üzerinden daha ancak 5-6 yıl geçmişti. Sol henüz yeni yeni yaralarını sarmaya çalışıyordu. Nail’le birlikte savunduğumuz model, bu aşamada “ideolojik birlik” koşulunu gözetmeyen ama sosyalizmi hedefleyen “birleşik bir sol parti” idi. Parti tartışmaları 1980’lerin sonuna doğru başlayan ünlü Kuruçeşme toplantılarıyla devam etti. Nail’le birlikte Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin kuruluşunda yer aldık. Sonrası malum...
Nail’le beraber yazdığımız o yazılarda demokrasi sorununu tartışırken, 12 Eylül darbesinin üflediği ruhu bugün hala muhafaza eden 1982 anayasının değiştirilmesinden ve tırnak içinde “Doğu sorunu” diye ifade ettiğimiz Kürt sorunundan söz etmişiz. Aradan 27 yıl geçtikten sonra bu iki konuda nereden nereye geldiğimize bakarak hüzünlenmeli mi, yoksa hiç olmazsa artık suç işlemeden “Kürt sorunu” diye yazabildiğimize bakıp sevinmeli mi bilmiyorum.
Ölümlerde sırayı bozan acelecilerle ilgili sitemini dile getirmek adettendir. Onun en yaşlı dostlarından biri olmam nedeniyle, Nail’in arkadaşları arasında o hak herhalde en fazla bana düşer ama ona sitem etmeye kıyamıyorum. İlk ameliyatında cerrahın yanı başındaydım. Kalbin ana atar damarının başlangıç bölümü ve ona açılan kapakçık ileri derecede bozulmuştu. Saatler süren usta işi bir onarımla kalbe metal bir kapak takıldı, ana atar damarın başlangıcı sentetik malzemelerle yamalandı, kilolarla kan verildi ve Nail bu muhteşem ameliyattan onarılmış bir kalple sağ salim çıktı ama bu onarım bu genç insanı kaç yıl idare edebilirdi? Metal kapak, bu sınırlı zamanı her kalp atımında anımsatırcasına, göğüs kafesinin derinlerinde “cik,cik, cik” diye öter durur, Nail bu uğursuz sesi duyar ve ima ettiği zamanı bilirdi.
Böylece yıllar boyu bu sesi duyarak, sabır ve metanetle tıp biliminin, onun berrak diyalektik mantığına kimi zaman ters gelen eklektik kurallarına elinden geldiği kadar riayet ederek, sağlık sisteminin hoyratlıklarına, tutarsızlıklarına katlanarak yaşadı. Almak zorunda olduğu kan sulandırıcı ilaçların yol açtığı tehlikeli kanamalar, tekrar tekrar kanamalar. Derken kalp kaslarını besleyen damarlarda ileri derecede daralmalar, onların onarılması. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir de akciğerde kanser ve onun alabildiğine yıpratıcı “tedavi” süreci.
Hastalıkların bu gaddar saldırılarına karşı onun tek talihi, mesleki deformasyona uğramamış bir kaç hekim arkadaşı ve umudu, sevinci, acıyı paylaşmasını bilen kendi kuşağından birkaç can dostu oldu. Hastalığının ağırlaştığı bu son dönemde ben Nail’in biraz uzağında kaldım. Onun dayanma gücünü, metanetini, hayata sarılışını hayranlıkla ve sevgiyle izledim. Benim, her koşulda hayata sarılmayla ilgili olarak, dışa vurmayı çoğu zaman engelleyemediğim nihilist duygularım ve tıbba karşı duyduğum derin güvensizlik ona bulaşmasın istedim.
Bir “tanrıtanımaz” olarak dini tören istememiş, bedenini İstanbul Tıp Fakültesine kadavra olarak armağan etmişti. Cenaze töreni için onu uğurlamaya gelecek olanların cami avlusunda dini ritüeli uzaktan izleyen, istenmeyen sığıntılar gibi bekleşmelerine gönlü razı olmamıştı. (GG/EKN)