Barış İçin Akademisyenlerin "Bu Suça Ortak Olmayacağız" Bildirisini yayımladıkları zamanın üzerinden üç yıl, bu bildiriye imza attıkları için yargılanmaya başlamalarının üzerinden iki buçuk yıl geçti.
Medyanın davalara yönelik yoğun bir biçimde başlayan ilgisi, rutine dönen süreçte yavaş yavaş sönükleşti. bianet'in 5 Aralık 2017’den beri izlediği yargılamalar boyunca 646 kişi hakim karşısına çıkarken içlerinden 204 kişi hakkında mahkumiyet kararı verildi.
Bu mahkumiyet kararlarından bazılarının taşındığı Anayasa Mahkemesi (AYM) yaklaşık iki aylık bir zamandan sonra 26 Temmuz’da barış için akademisyenler dosyalarını gündeme almaya karar verdi.
Zihinlerde sadece sayı olarak yer etmeye başlayan yargılamalara gelene kadar yaşanan ve aslında tam da meselenin özü olan, silinmeye yüz tutmuş barış bildirisinin çıkış sürecini tam da bu vesileyle hatırlayalım istedik.
TIKLAYIN - Erdoğan'dan Akademisyenlere: Ey Aydın Müsveddeleri
TIKLAYIN - Erdoğan’dan Akademisyenlere: Dağa Çıksınlar Veya Hendek Kazsınlar
TIKLAYIN - Cumhurbaşkanı: Lümpen, Yarım Porsiyon Aydın, Müsvedde
Bildiriye giden süreç
2015’te Kürt illerinde başlayan sokağa çıkma yasakları sırasında birçok sivil hayatını kaybetmiş, kentler yaşanılmaz hale getirilmişti.
Ölümlerin acısı Kürt illeriyle sınırlı kalmadı; ülkenin her karışına sıçradı.
Yaşanan hak ihlallerine karşı eylemler, basın açıklamaları, imzalar peşi sıra geldi. Akademisyenlerin “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisi de işte böyle bir ortamda şiddetin durdurulması, barış ortamının tesisi talebiyle ortaya çıktı.
Amaç ortak ama imzayı attıran motivasyon herkeste farklıydı. Örneğin şu an 28. ACM’de yargılaması süren Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nden Doç. Dr. Eylem Kılıç, doktora eğitimini tamamladığı ODTÜ’ye doçentlik sınavına girmek için 10 Ekim sabahı Ankara’ya gitmişti.
"Ölümün ve acının gölgesi"
Kılıç, eve henüz varmışken büyük bir sesle irkildiğini ve arkasından olanları gördü, duydu, izledi.
Sınavdan sonra, düğün hazırlıklarına başlayan Kılıç’ın düğünü Diyarbakır’da olacaktı. Neredeyse düğün tarihine kadar her hafta sonunu orada geçirirken sıkça bomba seslerine uyandı. Kılıç mahkemedeki beyanında neden imza attığını söylerken “Akademik kariyerimde önemli bir adım olan doçentlik sınavım da sosyal hayatımda önemli bir yeri olan evliliğe ilk adımım da ölümün, acının ve gözyaşının gölgesinde gerçekleşti” dedi.
Ölüme ağlamak yasak
Yine Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nden Dr. ve aynı zamanda KPSS derecesi alarak atanmış bir öğretmen olan Nihat Kotluk’un imzasının arkasındaki motivasyon ise çocukluğuna kadar uzanıyordu:
“Arkadaşlarımızın biri dağda biri askerde ölüyordu, biz bunların içinde büyüdük. Her ikisinin cenazesine de gidiyordun ama birinin cenazesinde ağlaman yasaktı.”
“Doğru olanı yaptım, vicdanen inanılmaz rahatım” diyen Kotluk imzadan sonra üniversiteden bir telefon alıyor ve imzasını geri çekmezse rektörün hakkında gerekli adli ve idari soruşturmaların başlatacağını öğrendi.
* Nihat Kotluk
“Bir saat içinde milli eğitimden bir müfettiş aradı hakkımda soruşturma açıldığını söyledi. Okul müdürü aradı ve idari müfettişlerin geldiğini söyleyerek beni okula çağırdı. Okula varmadan da emniyetten arayıp ifadeye çağırdılar” diye süreci özetleyen Kotluk, böylece İstanbul dışında ilk dava açılan, imzacı doktora öğrencisi öğretmenler arasında ilk ihraç edilen, ikinci imzacılar arasında ilk dava açılan kişi oldu.
Kendisi şimdi geçimini özel derslerden, dershanelerden veya gündelik işlerden kazandığıyla sağlıyor. Pasaportuna el konulduğu için yurtdışına çıkması ve KHK’lı olduğu için özel bir kurumda çalışabilmesi de mümkün değil.
İhraçların başlangıcı
Ayrı motivasyonların ortak bir arzuya vardığı bildirinin dili, devlet erkanınca hoş karşılanmadı. Akademisyenler hem legal yetkililerce hem illegal yapılarca TV kanallarında aleni bir şekilde tehdit edildi. Ardından ihraçlar ve zorunlu emekliye ayırmalar gelmeye başladı.
TIKLAYIN - Sedat Peker'den Akademisyenlere Tehdit: Oluk Oluk Kanlarınızı Akıtacağız
Buraya bir not düşmek gerekir. Akademisyen olabilmek için üniversiteyi bitirdikten sonra yüksek lisans ve doktora aşamalarını tamamlamak ve göreve başlayabilmek için bir üniversitede kadro açılmasını beklemek şarttır. Kişi başka bir iş yapmıyorsa en az altı yıl beklenmesi gereken bu süreçte herhangi bir geliri yoktur.
Akademide kıdem zihnin yıllarca verdiği emekle gelir. O nedenle bir gecede yüzlerce kişinin işine son veren ihraçların toplamda kaç kişinin kaç yıllık emeğini yıktığını hesaplamak böyle bir tabloda imkansız kalır.
Projeden bile çekilme mecburiyeti
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden Prof. Dr. Huri Özdoğan da emeğini bir mesajla kaybeden akademisyenlerden biriydi. İmzadan sonra Özdoğan’a üniversite dekanlığında “emeklilik istesin yoksa biz göndermek zorunda kalacağız” diye bir mesaj geldi.
* Huri Özdoğan
O dönem emeklilik konusunda zaten bir karar verme aşamasında olduğunu söyleyen Özdoğan “Kendi isteğiyle karar vermemek insanın içine biraz oturuyor” diye anlatıyor duygularını. Üstelik elinden alınan bununla da sınırlı değil. En az üç yıldır emek verdiği bir TÜBİTAK projesinden de ayrılmak zorunda kalmış Özdoğan. Parası biten proje için tekrar fon başvurusu yaptıklarında proje yöneticisine “Sizin projenin içinde sakıncalı bir hoca varmış, o ayrılmazsa bu para gelmeyecek” denilince projeden çekilmiş.
Akademiye başka bir ülkede devam etmek
İstanbul Üniversitesi’nden Doç. Dr. Zeynep Kıvılcım’ın hikayesi ise yurtdışına bir konferansa davetli olarak gittiğinde başladı. Kıvılcım konferansta olduğu sırada ihraç edildiğini öğrendi. İhraçlar tek başına değil pasaport tahdidiyle birlikte geliyordu. Kıvılcım, Türkiye’ye dönmedi; Almanya’da çalışmaya başladı.
* Zeynep Kıvılcım
“Bir başka ülkede aynı mesleği yapıyorum” diyen Kıvılcım, imzayla birlikte değişen tek şeyin Türkiye devletiyle ilişkisi olduğunu söylüyor:
“Daha önceden orta sınıf, akademisyen, Kürt, gayrimüslim olmayan, ateist olmasına rağmen devlet tarafından makbul kabul edilen heteroseksüel bir TC vatandaşı olarak devletin doğrudan çok ağır bir şekilde uğraştığı, üzerinde şiddeti cereyan ettirdiği Türkiye yaşayanı değildim. İmzayla beraber devletin ceberut şiddetini gösterdiği alan büyüdü ve biz TC devletinin Kürt, Alevi ya da heteroseksüel olmayan vatandaşlarının karşılaştığı o şiddet haritasının içine girdik. Biz hareket yapmadık ama devlet ceberut şiddetiyle dalgalar halinde taştığı için bizi de içine alan bir yere geldi.”
Kıvılcım da tıpkı Nihat Kotluk gibi sürece dair olumsuz bir hissiyata sahip değil. “O ceberut dalgayla devletin şiddetiyle sürekli mahvettiği kişilerin kısa süre de olsa birazcık yakınında yöresinde yer alabilmemiz sağlandı” diyor.
Ve davalar başladı
Akademisyenler ihraç sürecini kendi hayatının dinamikleriyle yaşarken sonunun nerede ve nasıl olacağını henüz bilmediğimiz davalar açılmaya başladı; barış istedikleri için işlerinden olanlar artık “terör örgütü propagandası yapmak”la da suçlanıyordu.
İki buçuk yıldır devam eden yargılama süreci akademisyenlerin neredeyse tamamı açısından bir ilk oldu. Barış talebiyle çıkılan yolda akademi kürsülerinden edilen akademisyenler artık sanık kürsülerindeydi. Yılların birikimini öğrencilerine aktarmak yerine mahkeme salonlarında hükmü çoktan vermiş heyetlere anlatmaya çalıştılar. Her biri içinde bulundukları durumun tedirginliğini sık sık dile getirse de mahkemeler kötü muamele etmekten hiç geri durmadı.
Akademisyenlere pişmanlıkları, “terör örgütüne neden çağrı yapmadıkları”, verdikleri röportajlar, yazdıkları yazılar soruldu. Savunmaları yarıda kesildi, bazen savunma yapmalarına bile müsaade edilmedi. Sorulan soruya cevap vermeyen akademisyenler, yanıtı bilmemekle suçlandı.
Çağlayan akademisi
İki buçuk yılın sonunda olan şuydu: Artık sanık kürsüleri akademi kürsüsü, yargılananlar yargılayanlar, İstanbul Adliyesi gücünü dayanışmadan alan Çağlayan akademisiydi.
AYM’nin barış akademisyenleriyle ilgili vereceği karar, sadece hukukun üstünlüğünün bir gereği olmaktan böylece çıkmış oldu.
Hepimizin gözünü çevirdiği AYM’nin kararı, tüm engellemelere rağmen kendini her alanda var eden akademiye özgürlüğünü yeniden verip vermeyeceği… (TP)