Ahmet Altan’ın tahliyesi üzerine sosyal medyada ortalık Altan’a saldırıdan geçilmiyor. Tahliyelere olumlu ya da olumsuz bakanların çok büyük bir kesimi, duygu yoğunluklu tepkilerden oluşuyor. Bir konu eleştiriden uzak ele alınınca, konuya dair söylenenlerin çoğu da hezeyan oluyor.
Bir Altan savunusu veya eleştirisi yapmayacağım. Bu ayrı bir yazı konusu. Altan’ı savunabilir veya eleştirebiliriz, ancak bunu ifrata vardırmadan ve özellikle de genellemeler yoluyla ve tek bir olaya bağlı kalarak değil, kişinin yaşam dizgesi bağlamında somut olaylar üzerinden hareketle yapmalıyız. Gerek Ahmet Altan gerekse başka kişilere dair görüşleri bu yöntemle oluştururken, kesinlikle vicdanı ve etiği ihmal etmemeliyiz. İnsan karmaşık bir varlık. Hele sosyal, siyasal analizlerde mutlaka dönemin koşullarını dikkate almalıyız. Örneğin1990’ların Türkiye’si bilinmeden, 2000’lerin AKP iktidarını açıklayamayız! AKP iktidarı gökten zembille inmedi.
Bu girizgâh bir bakıma, bu tür konularda insaflı olmaya bir davettir.
Tahliye olayından hareketle bir kez daha kendini acımasız şekilde gösteren aydınlar arası düşmanlık üzerinde duracağım. Geniş ve ağır bir konu. Köşe formatındaki bir yazıyla ne derece anlatabilir ya da anlaşılır olabilirim, bilmiyorum.
Değerli bir abimin Facebook’ta, “Aydınların birbirlerine karşı adil olmadığı bir ülkede…diye başlayan ve “Eski dilimizde ‘hüsnüniyet’ diye bir laf vardı şimdilerde kayboldu, şimdi bu sözcük hoşgörü ya da tolerans veya empati sözcükleriyle karşılanıyor, oysa bana göre karşılanamıyor. Çünkü hüsnüniyet iyi niyet taşımak demektir, sözcükler niyetin dışa uzanımıdır, niyet kötüyse sözcükler de kötü seçilir. Benim sorum şu; ne oldu da özellikle son yirmi yıldır insanlarımız bu denli hüsnüniyetten uzaklaştı, kötü niyetli oldu? Zaten sistem, iktidar devlet ne dersek diyelim neredeyse bu ülkenin azımsanmayacak sayıda insanını yargılarken, cezaevlerine doldururken neden pek çok insanımız da kendini savcı, yargıç sanıp ötekini yargılama ve hatta yargılamadan yargısız infaz yapma hakkını kendinde buluyor? Bu durum en kötü yargı sisteminden de daha kötü bir haldir.” diyor.
Ne oldu da aydınlar arası ilişkide (ilişkisizlikte) saldırgan, kinci, düşmanca ve kötü niyetli dil egemen oldu?
Parti devletine (dolayısıyla devlet partisine) dönüşmüş bir iktidarın demokrasi, özgürlük, adalet, hak taleplerini boğduğu bu toplumda, farklı düşüncede olanlar için birbirimizin savcısı, yargıcı, infazcısı kesilmemiz ne büyük bir ‘talihsizlik!’
Aydınlar komplekslidir, çekememezlikleri yaygındır, birbirlerini beğenmeyebilirler, birbirleri hakkında ağır hiciv ve ironi yapabilirler, birbirlerini sert eleştirebilirler, naz yapabilirler, övülme ihtiyacı duyarlar, bohemdir, elittir vb.
Bütün bunlar aydın yaşamının olağan süreçleridir.
Kötü olan, bu süreci düşmanlık kanalına akıtmaktır!
İşte Türkiye’de özellikle son 20 yılda olan budur.
Bunun bilemediğim başka nedenleri olabilir, ama bildiğim kadarıyla aydınlar arası ilişkilerin kindarlık ve düşmanlık zeminine kayması, AKP iktidarıyla başladı.
AKP’nin ideolojik ve siyasi söylemleri, cumhuriyet tarihi boyunca gelmiş geçmiş diğer iktidarlardan “cumhuriyet değerleri” (Her ne kadar bu değerler dizgesi yorumlara açık olsa da) zemini itibariyle farklıydı. Bu bir yarılmaydı!
Bu yarılma kendini, AKP iktidarın ilk dönemlerinde cumhuriyet devletinin geleneksel baskıcı ve darbeci politikalarına karşı bir muhaliflik olarak kendini gösterdi. Özellikle Kürt sorunu başta olmak üzere kimlikler ve bu bağlamda hak ve özgürlükler sorunu, devlet tarafından toplumu bir düdüklü tencere misali baskılıyordu. Bunlara 2001 ekonomik krizi ve bir de AKP’nin “Milli Görüş” gömleğini çıkardık demesi eklenince, toplum denenmişleri bir tarafa bırakarak AKP’yi tercih etti.
Bu noktada AKP sanki bir demokrasi savunucusuymuş gibi kendini topluma enjekte etmeye çalıştı. Hatta küçük bir ölçüde demokrasi illüzyonu bile yarattı.
Aydınlar arası yarılma, buna inanlar ve AKP’den demokrasi beklemeyen ama kimi uygulamalarının küçük de olsa demokratik bir alan açtığını düşünen kesimler ile genel olarak cumhuriyet değerleri üzerinden AKP’ye muhalefet eden aydınlar arasında oluştu. Bu bağlamda Kürt sorunu üzerine tavırlara girmiyorum, çünkü konu çok dağılır.
Bu yarılma gittikçe açıldı!
Fakat AKP’de gittikçe devletin temel politik ve stratejik aklına doğru kaydı. Bugün parti mi devleti, devlet mi partiyi aynılaştırmada etkin, bilmiyorum. Ama sürecin baki kalanı, kalacak olan devlettir!
Aydınlar arası düşmanlığın nedenlerinden biri de ülkemizdeki kültür ve akademik alanın alabildiğine sığlaşmasıdır. Egemen siyasi çevreler, yarattıkları bu sığlaşmayı siyasetin bir aracı haline getirdiler. Bu sığlaşma aydınların çoğunluğunda bir militanlaşma doğurdu ve aynı zamanda, edep, görgü, saygı, ahlak alanlarda ciddi aşınmalara yol açtı.
Aydın Sorumluluğu
Konu gereği aydın ve bundan kısmi farklar içeren entelektüel kavramalarının anlamına dair kısa belirlemeler yaparak devam edelim.
Aydın için genel kabul gören aydınlanmış, bilgili, kültürlü, akılcılıktan yana, toplumsal sorunlarla ilgilenen ve bunu da bir aydınlatma misyonuyla yapan kafa emekçileridir diyebiliriz.
Entelektüel ise fikir üreten, hemen her türlü iktidara özgürlük ve haklar temelinde eleştiri getiren, mevcut düzene karşıt düşünce üreten ve Sokrates’in dediği gibi, bir at sineğidir. Jean-Paul Sartre’ın ifadesiyle “kendisini ilgilendirmeyen şeylere burnunu sokan insandır”.
Yukarıdaki aydın tanımı bize genel olarak aydın sorumluğunun çerçevesin çiziyor. Buna göre aydın, toplumsal sorunlar üzerine fikir üretme yoluyla toplumu aydınlatmalıdır. Bunu yaparken, kerteriz alacağı nokta, iktidardır. Elbette devletin de aydınları olabilir. Ancak toplumsal sorunların büyük bölümünün iktidardan kaynaklanması nedeniyle devlet aydınları dönemsel, sınırlı ve gittikçe etkilerini yitirirler. Bunun tipik örneği, Cumhuriyet yeni kurulduğu için dönemin devlet aydınlarıdır. Hâlbuki o dönemler geçti ve bugün, devletin/iktidarın aydını olmanın pek bir zemini de yoktur!
Yukarıda sözünü ettiğim yarılmadan (elbette başka nedenlerde vardır) doğan aydınlar arası düşmanlığın bugün hala devam etmesinin bir anlamı var mı? Aslında bunun düşmanlığa varması da gerekmiyordu. Ne yazık ki, oldu. Bu düşmanlıktan kazançlı çıkan yalnızca AKP iktidarıdır!
Nedeni çok açık.
Ahmet Altan üzerinden yürüyen çatışmaya bakın. Altan’a düşmanca saldırılar, saldıranların niyetinden bağımsız da olsa, dolaylı olarak devletin/iktidarın işine geliyor. Altan savunusundan hareketle karşı tarafa saldırgan söylemlerde bulunanların hedeflediği yer, AKP iktidarına muhalif bir kesimi kapsadığı için, yine niyetlerden bağımsız da olsa, AKP iktidarının işine geliyor.
Aydın muhalefetinin yönelmesi gereken nokta, iktidardır! Elbette aydınlar arasında tartışmalar, görüş ayrılıkları, kıyasıya eleştiriler olacak, olmalı. Buradaki sorun aydınların siyasi görüşlerinde, tartışmalarında değil; bunu yaparken birbirlerine karşı kullandıkları üslupta, etikte, dilde yatmakta.
Naif de olsa, siyasi görüşlerden önce kişiliklerimiz üzerinde tekrar düşünülmeli, hüsnüniyet sahibi olmaya ulaşmalıyız derken, bunu ahlaklı olursak her şey düzelir diyen bir dini ahlak vaazı olarak söylemiyorum.
İktidarın elinde içerik olarak değil, ama alan olarak devasa bir yandaş medyanın ve iletişim imkânlarının olduğu bu ortamda şu veya bu noktadan hareketle de olsa, sağlıklı ve etkin bir muhalif sürece çok ihtiyacımız var. Bunun yolunun, aydın ve aydınlar arası düşmanlıktan geçmeyeceği kesin!
Aydınların birbirine adil olmadığı bir ülkede, sistemden adalet beklemek bir tutarsızlık değil midir? (HŞ/TP)